-Emmi çay!
Kapının önündeki ahşap sandalyelerden birinin üzerine çöktüm. Burası aşağı yukarı bin beş yüz, iki bin civarında nüfusu olan bir köy. Önüne çöktüğüm kahve de köy meydanının hafif eğimi yüksek olan tarafında, iki bakkalın arasındaydı. Meydanda kimseler yok. Önceden olanlar da sıcağın hepten indiği bu öğle vaktinde kahvelere, bakkal dükkanlarına gölgelenmeye girmiş olacaklar.
-Çay..
E madem bu kadar sıcak, bu sıcakta çay mı içilir diye soranlarınız olacaktır belki bana, haklı olarak. Ben de size içilir diyeceğim. Çay bu köyde gece, gündüz, sıcakta, soğukta, düğünde, cenazede, tarlada, kahvede, her yerde içilir. Çay kutsal şarap gibidir, damağından süzülen kişiye hemencecik eksikliğini duyduğu o muazzam şeye kavuşmanın muazzam sevincini yaşatır. Yahut bu bir yanılsamadır, o sevinci yaşadığını zannettirir. Ama, ne farkeder ki?
Köy meydanına yukarı mahallenin olduğu sokaktan birisi iniyor olacak. Ürkek, titrek ayak sesleri geliyor kulağıma. Bu özgüvenden yoksun ayakların düzensiz ve cılız patırtısı, beni daha şimdiden sahibine yakın hissettiriyor.
Bu meydan, köyün hepi topu üç mahellesinin kesiştiği noktadadır. Önceden, hani hep vardır ya, önceden buralar dutluktu hikayeleri. İşte, bu meydan da önceden kuyuların olduğu bir yer imiş, adı da Kuyuluk’muş. Zamanla adı kuyuluktan, kuyluğa dönmüş. Eh, Ege’de “k” diye bir harf te literatürde yoktur, kullanılmaz yani. K’ler, g oluverir, nasıl olduğunu kimse de anlayamaz. Kuyluk ta Guyluk olmuş, kimse de anlayamamış. İşte, birazdan Guyluk’a giriş yapacak olan malum kişi, köyün en işlek bakkalı olan Şaban Dayı’nın dükkandan meydana doğru kıvrıldı. İri yarı, yirmili yaşlarda, biçimsiz, orantısız bir başa ve yüze sahip. Yüzü gözü sıcaktan kapkara. Beni gördü, yanıma doğru yöneldi. Gülümsedim, hemen aramızda bir çekim peydah oldu. İyice yüz bulunca, yanıma doğru yanaştı. Sağa sola bakınıyor. Oturduğum kahveden, meydanın diğer tarafındaki kahveye, sonra onun yan tarafındaki belediye binasının altındaki belediye kahvesine, dükkanlara doğru göz gezdiriyor. Yanıma oturacak ama, buyur edilmeyi bekliyor olacak. Daha fazla muallakta bırakmadan, acı çektirmeden istediğini vermeli. Ben severim Rıfat’ı;
-Otursana Rıfat. Çay iç.
Sağ elini belinin hizasına kaldırdı, bana bakmadan, olumsuz manada elinin tersiyle;
-Yok adamım sağol. Şaka maka da, işim var.
Her lafın başında, ortasında ya da sonunda, bir yerinde muhakkak bu tekerlemeyi kullanır. “Şaka maka da.” Evet, bundan garip bir haz duyuyor olmalı. Köy işleriyle meşgul olmaktan gelişmiş, iri boğumlu parmaklı elleriyle, reddetti benim yüce gönüllü(!) teklifimi. Gurur yaptı, işimi zorlaştırıyor. Onun bir bardak çay eşliğinde, bir insanla insan gibi sohbet edesi var. Bunu, daha Şaban’ın bakkalın köşeyi dönerken anladım ben. O imkanı ona vermeye kararlıyım;
-Gel len buraya, otur!
-İyi oturayım bakalım aga. Hoş geldin Tuna. Şaka maka, ne zaman geldin? İstanbul nasıl?
Ona emri vaki yapmasam da oturacaktı. Ancak emri vaki yapmış olmam, onu davet üzerine oturmuş yüzlü bir misafir statüsüne taşıdı. Şimdi, istenilen birisi olmanın ferahlığıyla yanımda oturuyor.
Rıfat kilolu, orta boylu, yüzü gözü kir içinde. Bakımsız bir çocuk. Gerçi, çocuk değil belki, delikanlı demeli ona. 25-26 yaşlarında var. Ancak ben onu bir çocuk gibi seviyorum. Kalbinin temizliği, ezikliği, çocukların masumiyetini andırıyor. Bildim bileli akranları tarafından eğlenilmiş, alay konusu olmuştur. Yani, bizim tarafımızdan. Kendisi biraz yarım akıllı, saf denilebilecek biri. Ancak ben biliyordum ki, sol göğsünün altında taşıdığı kalp, çok şeyin eksikliğini yaşıyor, onun ezikliği, kırıklığı ile omuzları düşüyor. Gerçi, böyle insanların omuzları düşmez. Aksine, inatçı, dik ve mağrurdur. Ama bazısınınki de düşer. Aslında hepsininki düşer de, bazısınınki her yerde düşüktür, bazısınınki de kimsenin olmadığı yerde. Sanırım bu hafif saflığından olacak, babası tarafından dedesinin yanına terk edilmişti ta küçük yaşta. Anne babası başka bir şehirde yaşar. O köyde dedesi ile birlikte. Sahip çıkan kimsesi olmadığı gibi, yiyecek, giyecek gibi asgari ihtiyaçlarına ulaşması da her zaman mümkün olmuyordu. Zira aynı kazak ve montla hem yazın sıcağını, hem kışın ayazını atlatırdı.
-Valla adamım ben bu köyün adamını anlamıyom. Boşve onu bunu, İstanbul nası Tuna?
-Nasıl olsun. Gel dedim dedim, bi gelivermedin len. Çay söylüyom, içiyon dimi?
-İçeriz yav, içeriz daha acelesi yok. Emmi bi çay!
Çocukluğumuz, kedi köpek gibi, birbirimizi ite kaka geçti. Daha bacak kadarken, bahçelerden badem, erik, vişne, çilek, yani mevsimin müsaade ettiği ölçüde hırsızlanabilecek öte beriyi hırsızlayıp avuçlarıma, cebime, sağıma soluma doldururdum. Köyün ortasından geçen büyük derenin kenarına gelir, duvarına oturur, ayaklarımı da aşağıya sarkıttıktan sonra, az önce saydığım hırsızlık ganimetlerimi cebimden, oramdan buramdan çıkarıp, keyifli keyifli yemeye, çekirdeklerini suya atmaya başladığımda, işte.. Her defasında yanılırdım, her defasında unuturdum. Rıfat beni, hep tongaya düşürürdü. Bilmem kaç gün önce ettiğimiz kavganın hıncını, beni derenin başındaki bu bir başıma ve en keyifli anımda yakaladığında çıkarırdı. Şimdi kahvede, yanıbaşımda oturan, benle hal yarenlik eden bu arkadaşın geldiğini, buz gibi dereye, suyun içine tepe taklak yuvarlandığımda ancak anlardım. Su uyur, Rıfat uyumazdı. Kendisini unutturur, zamanı geldiğinde, doğru zamanda, doğru pozisyonda, adeta Afrika’da avına sessizce, sürünerek yaklaşan bir çıta gibi bulur, hıncını alırdı.
-Ne diyodum, köyün adamını anlamıyon ben Tuna. Şaka maka da, eksik arıyolar hep. Sanki kendileri çok iyi gibi.
Şimdi karşımda çayı şangır şungur, karıştırıyor. İşte şimdi höpürdetti, bir yudum aldı çaydan;
-Vala arkadaş, kesene bereket. Yak, bi cığara yak. Tütün var, içer min?
-Ne olacak be Rıfat. Ben de tütün içiyom, al benden yak. Tadına bak.
-Vay be, memur adam da tütün içiyor. Memleketin memuru da bitmiş!
Aldı, verdiğim sigarayı eliyle şöyle ileri geri hafif okşayarak elinin üzerinde yuvarladı, düzeltti, yaktı. Sonra çakmağı bana uzattı. Yaktık, birer yudum çektik, dumanını masmavi göğe savurduk. Rıfat’la herkes kendince eğlenir. Dalga geçer. O kızıverir, onu kızdırmaktan da hoşlanırlar.
-Valla Tuna aga, şaka maka da, bi cığara olmuş otuz lira, kim vercek o parayı. Daha geçen sene on liraydı..
İşte şimdi de Kazım geldi. Rıfat’ın sırtı Kazım’ın geldiği tarafa dönük. Ensesine yavaşça vurdu Kazım. Rıfat arkasını döndü, celallendi;
– Kazım adamım düzgün dur bak!
-Len sus len, sus, çayını iç.
Kazım eğleniyor, uğraşıyor. Rıfat, saçını başını oynamasın diye, elini tutuyor Kazım’ın. Yüzü de bozuldu, serteldi. Şimdi de dönüverdi, dost canlısı oldu.
-Otu Kazım adamım yav. Gılıklı du, şaka maka da, neydiyon ne var ne yok?
Politika yapıyor. Kızdıkça kızdırmaya uğraşırlar kızan adamı Anadolu’da. Bazısının o hoşuna gider. Hatta bazısının değil, çoğunluğunun. Hani şöyle ağzına küfür yakışan adamı hususi kızdırırlar ki, bir sövsün, bir küfretsin de, rahatlasın millet. Sövse, küfür yese rahatlarlar yani. Küfür etmek te marifet tabi. Herkesin ağzına yakışmıyor. Kimisi şöyle başladı mıydı, ağzını doldura doldura, hafız gibi küfreder. Neyse bu bahsettiklerimden değil Rıfat. Ama o da kızdığı için, hafif te saf olduğu için uğraşılır onunla.
Rıfat;
-Ne var ne yok Kazım, şaka maka da, göründüğün yoksun!
-Valla bi çarpıcın sana şindi. Dün burda otuduk ya ne zaman göründüğüm yoğun. Hem sana ne len benden?
– Kazım bi düzgün konuş yav. Şaka maka da. Tuna aga, ne zaman dönüş İstanbul’a?
Bıyık altından gülüyor Kazım. Bana bakıyor. Ben tarafsızım, şimdilik, ikisini izliyorum. Kazım;
-Yav Rıfat, bi cığara ve. Hep kendin içiyon!
– Kazım benim cığarıyı işmezsin sen adamım. Tütün içiyon ben.
-Ve sen, içerin ben, ve..
Kazım da Rıfat gibi insan irisi. Ancak onun akılda yarımlık yok. Aksine, zeki sayılır. Kilolu, kimden fayda gelir, kimden zarar gelir, bilir. Kafasının uymadığı adamla oturup kalkmaz. Benim yakın arkadaşlarımdan birisidir. Çocukluk, lise yılları derken, otuzumuzu gördük. Ama bazen bana bile yüz vermez, kafası tutmayınca beni de görmez gözü. Sevmediğini sevmeyen bu adamın da Rıfat’a karşı şefkatle yaklaştığını hissediyor insan. O uğraşmalar, ensesine kıyamadığından vuramayıp ta vuruyormuş gibi yapmalar, kışkırtmalar.. Bunların arkasında hep onun yoksulluğuna, garipliğine, kimsesizliğine karşı duyduğu şefkatin izleri görülür. Tabi görebilmek herkesin harcı değildir. Belki kendisi bile bu hareketlerindeki kıyamamazlığı anlayabilmiş değildir. Belki de anlıyordur da, ifade edemez. Bizim oranın insanı, uzun boylu lafı sevmez.
Kalabalıklaşmaya başladık. Aşağı mahallenin meydanla birleşen yerinde, belediyenin köşesinde, Sarı göründü. Sağa sola bakındı. İşte, bizi gördü. Başkasını göremeyince, yanımıza doğru yürüdü. On sekiz on dokuz yaşlarında, zayıf, orta boylu, saçları sarı, Amerikan traşlı bu delikanlı, oldukça sevimli. Ona Sarı derler;
-Sarııı, hoş geldin. Gel otur.
-Sen hoş geldin abey. Ne zaman geldin?
Bir sandalye çekti. Oturdu yanımıza. Yüzü sevimli, fırlama bir hali var.
-Rıfat aga. Cığara ve len..
-Cığara yok Sarı.
-Emme cimrisin ha. Emmi.
Kahveciye yöneldi, sesini yükseltti sarı;
-Emmi, Rıfat agamdan çay!
Sarı, cebinden bir paket sigara çıkardı. ßize ikram ediyor. Yaktık.
– Tuna aga. Ne var ne yok İstanbul’da?
-Valla Sarı ne olsun. Bildiğin gibi.
Güldü;
-Bilmiyiz ki biz İstanbul’u yahu.
-Televizyonlarda gördüğün gibi. Aynısı sarı. Çık gel İstanbul’a. Gezelim.
-Gelemiyiz biz İstanbul’a abey.
-Niye?
-E abey, hayvanlara kim bakıcak. Tarla, iş güç. Hem, gayboluruz biz orda..
Rıfat lafa karıştı;
-Vala gayboluruz. Ayrı bi devlet gibi İstanbul.
Kazım;
-Len bana bak, sen falan gidiyin deme İstanbul’a. Sen gidersin de gelemezsin geri. Sen köye gelcin diye Yunanistan’a filan gidersin, tersli gidersin sen Rıfat. Valla gaybolursun.
Gülüyoruz.
Rıfat;
-Len Kazım, neye gaybolıyın yav. Lafın gelişi dedim ben. Sen de bizi icene cahil ettin.
-Okuman yazman va mı olum senin? Seni valla organ mafyası gaçırı da böbreklerini satarlar..
Rıfat’ın yüzü buruştu;
-Valla seninen gonuşulmuyo Kazım be..
Bizim oranın insanı sevmez dışarıya çıkmayı, mecbur kalmadıkça gezmek için şehir değiştirmez.
Rıfat;
-Galabalık mı Tuna İstanbul? İnsan çok mu?
-Ohoo. Kıyamet gibi. Adım atamıyon. Hele bi de şu mülteciler, Afganlar, Suriyeliler, Pakistanlılar derken. Bambaşka bir yer oldu.
-Çok mu var?
-Var diyon ya len. Nereninen dinliyyon beni?
-Adamım şaka maka da, sen soruyu anlamadın. İnsan çok mu orda?
Anlamıyorum Rıfat’ı. Çok diyorum, bir daha soruyor. Böyle de tuhaf biri.
-Çok Rıfat. İstemediğin kadar.
Rıfat;
-Adamım şaka maka da, sen beni gine anlamadın. Belki galabaşlık çoktur da, insan, çok mudur ki?
Sigarasından bir yudum aldı, boş meydana, ilerde bahçelerin arkasında yükselen büyük Çal Dağ’ına baktı, devam etti;
-İnsan bek yok burda da ondan dedim, gızma bana. Orda insan, çok mudur?
Okundu
Güzel
Dahası çıkar senden
Birazcık daha olaylı olsa ilgi çekici olur
Mesela çocukken başlarından geçen komik bir olayı konuşsalar okuyucuda keyif alsa