Sonu gelmeyecekmiş gibi görünen mutsuzluğun kökünü kurutmak için; sanat, sinema ve edebiyat dünyasındaki içerikler sayfanın potasında damıtılmaktadır.
OTUZ YILIN BANA ÖĞRETTİĞİ ALTI ŞEY
OTUZ YILIN BANA ÖĞRETTİĞİ ALTI ŞEY

OTUZ YILIN BANA ÖĞRETTİĞİ ALTI ŞEY

Bugün otuz yılı geride bıraktım. Evet, tam otuz yılı bu gün itibariyle geride bıraktım. Otuz yıl bana ne öğretti diye düşündüm. Akşama doğru Kadıköy metrosunun yürüyen merdivenleri ile yerin altından Kadıköy Meydana çıktım. Tam karşımda sahil, karşı kıyıda Haydar Paşa Garı. İstanbul’a ilk ayak bastığım yer bu gardı. Belki on altı, on yedi yaşlarındayken, devlet yatılı yurtlarında kaldığım bir dönemde, bir başı boşluğuma, bir hayalperestliğime denk gelmiş, Afyon tren garından hareket eden bir trene atlamış ve şu karşıdaki tarihi garda trenden inmiştim. Bu gar, artık hizmet vermiyor.

Otuz sene bana ne öğretti diye düşünmek istedim. Geçtim bir banka, oturdum. Şapkamı çıkardım, koydum önüme. Neler öğretmişti bu otuz yıl bana..

Yirmili yaşlarım geldi aklıma. En hızlı geçen yaşlar. Bu yaşlarında nasıl olmalı insan? Olgunlaşmak her şeyden daha önemli bana göre. Bu yaşlarda olgun olabilmek, herkesin harcı değilmiş meğer. Olgunluktan kasıt nedir? Benim olgunluktan kastım, düşünsel manadaki olgunluk. Olaylara bakış açısı geliştirirken karşılaştığı vakıaları eleştirel bir süzgeçten geçirmesi ve değerlendirmelerini bu suretle oluşturması. Evet, bahsettiğim şey tam olarak budur. Bir insanın yirmili yaşlarında olgunlaşması, bu yaşlarda keskin ve berrak bir görüşe sahip olması, herkese nasip olacak türden bir şey değilmiş.

Bu her çekildiği yere kolayca gideceği taze ve tecrübesiz çağında “eleştirel düşünce” modelini her türden ideoloji ve akıma tarafsız, objektif olarak uygulayabilmesi ile yukarıdaki bahsettiğim “olgunluk” mümkün olabilir. Yani, karşılaştığı her olayı içine doğduğu aileden okuduğu okulda edindiği arkadaşlara kadar çevresindekilerin etnik yapısından ve yahut kültürel kimliğinden bağımsız olarak değerlendirebilecek vaziyete 21-22 yaşlarında gelmiş olması demek, muhtemeldir ki çok verimli bir ömür yaşayacağı anlamına geliyor. Zira bu durum; keskin bir öngörü kazanacağını, yine bu öngörü sayesinde, neticesiz kalacak girişimlerden uzak duracağı, dolayısıyla zamandan tasarruf edeceği ve vaktini ziyan etmeden en verimli şekilde kullanacağını gösteriyor.

Maalesef ben yirmili yaşlarımda iken objektif bir bakış açısını asla yakalayamadım. O yaşlarda iken tamamen İslami, milliyetçi/muhafazakar bir bakış açısı ile her olayı yorumlayıp değerlendiriyor idim. Ailevi ve ekonomik sebeplerle içinde bulunmak zorunda kaldığım toplulukların rüzgarlarında savruldum durdum. Şunu da belirtmem gerekir ki, o rüzgarlara kapılmamak yüz kişiden doksan dokuzunun harcı değildir. Ki benim de değildi. Otuz yaşımı doldurduğum şu günde, az önce bahsettiğim niteliklere yirmili yaşlarda sahip olmadığımı biliyorum ve bunun ıstırabını duyuyorum.

Ancak yine de bu bahsettiğim nitelikleri, okumak istediğim kitaplara ulaşmama olanak sağlayan bir memuriyet, bu kitapları ve kaynakları okuyup değerlendirme olanağı sağlayan bir ev, yine çevremdekilerin, eş dost ve akrabalarımın davetlerine türlü türlü ve ekseri gerçeği yansıtmayan bahanelerle icabet etmemek gibi bir huy, mümkün oldukça çevremden kaçıp kendime ayırdığım vakitler, dünyayı yorumlama konusunda çıtayı arşı alaya kadar çıkarmış insanların eserleriyle geçirdiğim zamanlar neticesinde 30’lu yaşlarımda yeni yeni, kısmen eriştiğime inanıyorum.

Tek tesellim bu seviyeye erişmeden bi ömür geçirip ölen ve en doğru yolun kendilerininki olduğundan emin olan milyonlardan biri olmadığımı bilmek.

Öğrendiğim şeylerden bazıları; Bir işe başlarken, katiyen o iş sonunda insanların tepkisini düşünerek yola çıkılmamalı. Amaç ne ise safi olarak onun için çalışılmalı. Yol haritası hazırlanırken kişi kendisini amaca götürecek en kısa ve net olan yolu bulmak üzere çalışmalı. Yani işin sonundaki; “Vaaay, helal olsun, adam işini biliyor, adam parayı bulmuş, adam zengin, adam yakışıklı.” gibi iltifatlar alınacağı düşünülerek bir işe girişilirse hata yapılır. Mesela evlilik arafesindesiniz. Evlenmeyi düşündüğünüz hanımefendi yahut beyefendi ile yan yana iken yakışıp yakışmadığınıza ilişkin düşünceler, ailenizin karşısına ilk kez birlikte çıktığınız gün, ailenizin, akrabalarınızın vereceği tepkiye ilişkin hesaplar, birlikte sosyal medyaya atacağınız fotoğrafa geleceğini düşündüğünüz yorumlar, sadece uzaktan tanıdığınız kimselerin “Helal olsun, onun kocası doktor, vay be, filanın kocası pilot, şu çocuğun karısı avukat” gibi alacağınızı düşündüğünüz olumlu tepkilerin hayaliyle mutlu olmaya, haz duymaya başladıysanız, bu çoğunlukla büyük bir hüsranın habercisi. Bundan emin olabilirsiniz. Çevrenizden alacağınız kuru bir iltifat, sizi hayatınız boyunca etkileyecek kararlarda etkili olmamalı. Çevrenizin görüşü katiyyen bir işe girişirken motivasyon kaynağı olmamalı. Bu yanıltıcıdır. Bir işe girişilir iken  para kazanmak amaçlanmışsa bu amaç üzerine yoğunlaşılır. Yoğunlaşılan şey insanların övgüsü veya başka bir şey olmamalıdır.

 Ortaya çıkarılacak iş modeli meyve verip sağlam bir temele oturmadan katiyen ben bu işi yaptım diye ortaya çıkılmamalı. Başarısız girişimler insanların gözünde kişinin güvenilirliğini zedeler. Ancak çevrede güvenilirliğinin azalması veya bu gibi çevrenin olumsuz düşünceleri ve ön yargıları, güçlü kişiliğe sahip biri için çok büyük bir problem olmaz. Asıl problem kişinin kendi içindeki kendisi hakkındaki düşüncelerindeki kırılma ile başlar. Kişinin başarısızlıklarının yüzüne vurulması ve bunları insanlar açıklama ihtiyacı duyması kişinin özgüvenini zedeler. Şundan emin olunmalıdır ki girişilen işlerin büyük bir bölümünde, hatta on girişimden dokuzunda başarısız olunacak, emek, enerji, zaman ve ekonomik kayıplar yaşanacaktır. Ancak on girişimin içindeki başarılı olacak olan o tek girişimi yakalamak için bu dokuz başarısız girişim gereklidir. İnsanlar bu başarısız girişimlerinden yakınlarını haberdar etmemesi, tek tabanca takılması, güvenilir birkaç kişi dışında kimseye bir şey söylememesi gerekir.

Kesinlikle umutsuzluğa kapılmamak gerekir. Umutsuz durumlar yoktur, umutsuz insanlar vardır der Mustafa Kemal Atatürk. Umutsuz durum yoktur. İmkan her daim vardır. Engeller de vardır ancak onu aşmak isteyen yolunu bulur. Önce sağlam bir inanç gerekir. Bu her şeyden gereklidir. Ancak bir işin başarılı olması için inanç ve imkan tek başına yeterli değildir. Duygulardan ve hislerden arınmış realist düşünebilen bir üst akıla da ihtiyaç var. Zamanın ruhunu ve gereklerini kavramak ve  yeterli eğitim veya tecrübeye sahip olmak gereklidir. Yani inanç, azim, yeterli donanım ve imkan olduktan sonra bir işin olmama ihtimali yoktur.

Otuz senede öğrendiğim şeylerden en önemlisi de şuydu; kötü niyetli ve vizyonu dar olan  insanların kişiliklerindeki zayıflıkların, eksikliklerin bilincinde olmak,  onların fikir ve düşüncelerine ehemmiyet verip vermeyeceğine bu tespitler neticesinde karar vermek gerektiği. Sonuç itibariyle hayatında hiç otomobile binmemiş biri olan 1800’lü yılların İstanbullusu ile 2020 li yıllardaki bir insanın otomobile bakışının arasına uçurumlar olacaktır.  Birisi otomobile şeytan icadı demiştir, diğeri ise 380 km hızla seyahat etme imkanını belki de az bulup daha hızlı giden modelleri de tanımaya vakit ayırmaktadır. Yahut ilk kez uçak gören bir Amazon kabilelisinin, bir Kızılderilinin ilk kez uçağı gördüğünde Tanrı zannetmesi, şimdilerin bir Amerikalı’sının ise f16 yı çöp olarak görüp f35 model uçağı geliştirmeye uğraşması gibi. Yani; bahsedilen zıtlıklara sahip iki tür insan figürünün bizim hakkımızdaki düşünceleri bizi aynı derecede etkilememelidir. Eğer etkiliyorsa sakatlık bizdedir. Hatta buna vasatlık ve yetersizlik de denilebilir. Otuz senesini geride bırakmış birisi olarak halen ilk kez uçak görmüş bir kzılderili ile f35 geliştirmeye çabalayan Amerikalıyı aynı kefeye koyduktan sonra, bu iki türden insanın yorum ve eylemlerini aynı derecede ciddiye alıyorsak kesinlikle bizim otuz senemiz boşuna geçmiş demektir. Bizim bu iki zıt kutuptaki şahısların kişilik özelliklerinin, gelişmişlik düzeylerinin ve vizyonlarının farkındalığıyla onlara yaklaşmak ve ufuklarının genişliğin nispetinde onlardan etkilenmemiz veya hiç etkilenmememiz gerekiyor. Bu iki insan arasındaki değerlendirmeler insani ve etik değerler açısından uyarlanmalıdır. Örneğin, bir kimse Ermeni’yi düşman görüp “Ermeni dölü” diye hakaret ediyorken, yahut müslüman olmayan birini bir müslüman kadar kayda değer bulmuyorken, diğeri dil, din, ırk vs gözetmeksizin herkese eşit ve insani olarak yaklaşıyor olabilir. Birisi şeriat hukukunun gerekliliğini savunurken diğeri insani değerleri ön planda tutup emredenin Tanrı veya kul olduğuna bakmaksızın evrensel ve insani değerleri her şeyin üstünde tutuyor olabilir. Bu ikisi vizyon açısından ilk kez uçak gören Kızılderili ile f35 geliştiren kişi arasındaki farka benzer. Yine de teşbihte hata olmaz. Sonuç itibariyle; evrensel insani değerleri benimseyememiş, dünya vatandaşı olamamış, ufkunu uzaklara açamamış, vizyonu dar birinin söylediği sözler bizi zerre kadar etkilememelidir. Onlar bizim için yok hükmündedir. Bir arkadaşımın da dediği gibi, onlar dizlerimizin altındadır. Onların sesi bizim katımızda duyulmamalıdır. Onlar çok aşağılardadır. Sesleri gelmez kulağımıza.

Öğrendiğim en önemli şeylerden birisi de şuydu ki, bir işe girişirken, korkmamak gerekiyor. Korkmadan, ürkmeden, çekinmeden, kaba saba girebilmek gerekiyor. Yani bir bankaya kredi çekmeye değil de bankanın sahibi gibi girmek gerekiyor demişti bir arkadaşım. Evet, biz hep pısırık ve korkak büyüdük. Evet, çocukluğumun büyük bölümü devlet yurtlarında geçti. Yaptığımız beş davranışımızın dördü sebebiyle yaptırıma ve şiddete maruz kalmış, yeri geldiğinde hocaların yeri geldiğinde üst sınıfların, arkası sağlam olan yerli çocuklarının, daha güçlülerin yaptırımlarına maruz kaldığımız bir çocukluk sebebiyle, evet, pısırık yetiştik. Şimdi yolda yalnız yürürken kendi kendimize konuşmaya utanıyor, kalabalıkta yüksek sesle gülmeye çekiniyoruz. Ancak, böyle olmamak gerekiyor imiş. Giriştiğimiz iş her ne ise, korkmadan, direk hedefe odaklanarak, kendinden emin bir şekilde o hedefe uzanmak gerekiyor. Zorla, hiddetle, zorbalıkla o şeye uzanıp almak, onu elde etmek, onu fethetmek gerekiyor.

 “Muharebede yağan kurşun yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenden daha az ıslatır.” Mustafa Kemal Atatürk

Evet, öğrendiğim bir diğer şey; Hata yapar insan. Ama bir kere hata yaptı diye hatada diretmemek gerekir. Mesela diyet yapıyorsun. Dayanamayıp diyeti bir dilim kekle bozdun. Zaten bozuldu düşüncesiyle daha fazla yemeye devam etmeye gerek yok. Bu düşünce mükemmeliyetçi bir bakış açısının ürünü. Mükemmeliyetçiliğin, çocukluktan gelen, ebeveynlerin çocuklara davranış biçimleriyle alakalı olarak, çocuğun hayatı boyunca taşıdığı bir psikolojik rahatsızlık olduğu söylenir. Bir işe girişince en iyisini yapma gayesiyle hareket edilir. Bu en iyiyi arama durumu ekseri olarak atalet, hareketsizlik ve bir türlü herhangi bir işe girişememe neticesini doğurur. Bu yüzden  “Mükemmel iyinin düşmanıdır.” denilir. Çünkü mükemmel, iyiye ulaşmaya engel olur. Halbuki bugün mükemmel sonuçlara ulaşmış, halen mükemmel görünen çoğu şey başladığı tarihte eksikliklerle doludur. Yani bu günün mükemmeli olan çoğu kuruluş veya örgüt yahut bir işletme bile kervanını yolda düzmeyi şiar edinmiş, korkmadan yoka çıkma anlayışını benimsemiştir. Hata her işin doğasında vardır.

İnsan dirençli, inançlı ve azimli olmalı. Ufak bir şeyde pes etmemeli. Devam etmeli, yürümeli. Her türlü olumsuzlukla biraz daha azmetmeli. Kuru inattan ziyade, bunu bir karakter ve kişilik özelliği haline getirmeli. Vazgeçmemeli. Hedefinden sapmamalı. Unutulmamalıdır; yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz.

Ve son olarak, bir şey öğrenebilir miyiz diye, kendisini, fikirlerini ve dünyaya bakış açısını bir baba nasihatı olarak gördüğüm büyük öğretmen, Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatıma yeni bir pencere katmış bir sözü ile bitirmek istiyorum;

“Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük olan gayeyi elde etmek için gerekir en belli başlı vasıtadır. Gaye, fikirdir.

Zafer bir fikrin elde edilmesine hizmeti nispetinde değer ifade eder. Bir fikrin istihsaline dayanmayan zafer payidar olamaz, yaşayamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir dünya doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına bir zafer boşa gitmiş bir gayret olur.”  -Mustafa Kemal ATATÜRK-

Ethem KAYNAK

KARTAL