-Effferin ülen. Eferin İrecep sana. Sen eyice oldun. Şu yürüyüşe bak. Nası da gubaarıyooo. Canavar bu canavar!!
Omzundaki sağı solu yumulmuş tenekeye suyu dolduruyordu önce, bunarın doldurduğu hatıldan. Hatıldaki suya daldırdıkça tenekeyi, yosunlar suyun içinde kıvrak kıvrak dans ediyordu. Sonra tenekeyi omzuna aldığı gibi bahçenin duvarından atlıyor, seğirtiyordu vişne ağaçlarına. Kulağına yetmişlik Yakup’un nameleri eşlik ediyordu. Aferinleri duydukça iyice gayrete geliyordu bu sarı benizli, sıska çocuk.
Recep olsa olsa 10 yaşındaydı.
Bu kıraç toprakta öylesine güzel yetişmişti ki vişneler. İlkabahardaydılar, neredeyse 30 ağaç vardı bu her tarafı taş kaya dolu tarlada. Yine de her taraf bembeyaz vişne çiçeğine kesmişti.
-Vay benim İrecebim vay. Vay benim deligannım, sarı zeybeğim vay. Ülen senin gibi deligannısı Çölovasında bulunmaz beeee. Kaç oldu İrcep?
Sıradaki ağacın önüne gelince, indirdi su dolu tenekeyi Recep. Hayretle baktı içine. Ne kadar da uğraşsa dökülmüştü demek. Halbusem, hatılın yanından ağzına kadar doldurmuş ayrılıyordu. Ancak ağacın yanına geldiğinde, yarısı kaybolmuş oluyordu. Suyu ağacın dibine dökerken bir eliyle de alnındaki saçları ısladı, serinletti. Sonra… Seslendi;
-Len Yakıp emmi sende. Allah Allahh..
-Noldu İrecebim, de bi hele.
-Ne olucak, sen ora otudun da, neye otudun?
-Neye otudum İrecebim. Ben yaşlıyın diye otudum bura..
Recep kesik hapşuruğa benzeyen bir kahkaha attı, güldü;
-Hahaha. Ülen valla Yakıp emmi. Sen de bennen gafa buluyon haaa..
-Tööbe de. İrecebinen gafa bulunur mu hiç. İrecep evlencek yaşa geldi. Onunan gafa bulursam Allah beni daş eder. Töbe de.
-Len Yakıp emmi sen o daşın üstüne otudun. Otudun ki; benim govaları say. Sen de bana soruyon yaavvv.
-Yav ben saydım zaten. Sen saydın mı diye seni kontrol ediyin diye sordum. Hele bi gel yeğenim gel. Gel bir otur, soluklan..
Bir aşağı bir yukarı, gide gele gide gele, Binbaşı Yakup’un gazına gele gele bütün bahçeyi bi saate sulayıverdi İrecep. Eski asker, yetmişlikti. Gözünün birini yitirmişti askeriyede. Eğitim derdi soranlara. Emekli edilmişti. Köyüne dönmüştü, yıllar önce. Sarı İrecebin de babasının bir numaralı arkadaşıydı. Aralarındaki yaş farkına rağmen. Babası ona komutan derdi. Köylü de Kör Komutan.
Recep eski askerin yanına geldi. Yanından geçti, teneke çadırın önündeki yayılı keçi kılından yapılı keçenin üzerine geçti, kaykıldı. Elini uzattı;
-Ve bakalım cığarıyı Yakıp emmi.
-Şindi cığarıyı hakettin işte. Cığarıyı hak ettin, hem de çoktan. Senin yaşında oluvercedim ben vaa ya. Ah ülen gençliğim ah.
Cebinden sigarasını çıkardı, uzattı. Kendisi de çıkardı, yaktı. Aşağıları seyre başladı.
-Eeee, nasıymışsın gençliğinde binbaşı. Annat bakalım.
-Vay vay vay vay. Cıva gibiydim ülen, cıva gibi. Angara sende ne var, İstanbul sende ne va, Bursa sende ne va, İzmir, Antalya. Bi hafta durmazıdım inandın mı bi yerde, durduğum yerde durmazıdım..
Bir kahkaha attı Recep.
– Hahahah!! Ana amına godumun derdi ana. Neye durmazıdın hiç len binbaşı emmi?
-Eeee, guduruyduk biz. Gurtluyduk olum. Gençlik va ya gaari. ordan ora ordan ora..
-Yav biz de genciz? Biz neye gitmiyyoz. Allah Allah. Ööle hoydur hoydur gezip de.
Uzun boyluydu binbaşı. Zayıf sayılırdı. Vücudu öne eğilmişti, bir miktar. Kırmızı yüzü kırışmış, sakalları birkaç gün önce sinek kaydı traş edildiği belli. Elinde bastonu ile, ağır ağır yürürdü hep. Düzenli, tertipli bir hali vardı. herkesle muhatap ta olmaz, uzun samsun içerdi.
-Ana amına godumun derdi ana. Biz daa köyü çıkamadık hiç. Adam memleket memleket gezmiş yav. Öle mi binbaşı?
-Öööle ya İrecebim. Yediysek cebimizden, harcadıysak ömrümüzden. Sevenlerimizin yüzünü eğdirmedin miydi, ne haltedersen et. Heeç gafaya dakmeycen. Yaşeycen.
-Binbaşı, annat bi len. Memleket memleket dolandın. Geldin yetmiş yaşına. O gadar gezmiye göre, yaşamıya göre ne öörendin bu hayattan. Hele bi annat. Yarın böğün seni gömeriz, getmeden belki bi faydalı şeyler dersin, hahahaha!!!
-Hahahaha. Ülen İrcep, ölmeden mezere godun beni. Valla çok bile galdım, çok.
-E annat binbaşı, ne öörendin?
-Kime acımazsın İrecep?
-Nası, ne dediğini annamadım valaa.
-Hiç acımayacağın bi insan çeşidi sööle yahu?
– Kötülere acıman ben. Len Allah Allah. Emmi sen annadıcıdın yav. Ben daha on yaşındıyın, hahaha. Sen kime acımazsın a binbaşıı.
-Hem bi şeyden memnuniyetsiz olucak, hem de bunun çaresine bakmeycek, hiç bi halt etmeden sabah akşam o sevmediği şeye bakıp, sadece suratını ascek. İşte ben bunnara acıman İrecep.
-Hahaha. Ana amına godumun derdi ana. Len binbaşı emmi neye öle dedin yav. Belki elinden gelmiyordur.
-Elinden gelmiyor diyil İrecep. O adam şartları gabullenmiş, mücadele yok, isyan yok. Boynunu eğmiş çünkü.
-Nasıl?
-Sadece ağlanarak. Halbukim, garı gibi sızlanmak yerine oyuncu olaydı, çıkıp alnına alnına vuraydı, her neyse o. Etki ederdi. Çalışır çabalardı. Bi yolunu mutlaka bulurdu.
-Her oyuncu iyi oynar mı binbaşı emmi. Bazısı oynamıyı da beceremez.
-Öğrenir İrecep. Deniye yanıla öğrenir. Hayat dersinde kişi dersini örenene gadar tenefüs zili çalmaz.
-Hahaha. Emme dedin ha Yakıp emmi.
-Hem, beceremese de mücadelenin sonunda ona başka bir yol açılır. İyi dinle beni sarı. Sonuç belki istediği gibi olmaz emme, sonuç artık değişmiştir. Eskisi gibi de olmaz. Sadece bakana göre, oynayanın sonucu değiştirme sansı daha fazladır. Sadece sayredenden, her zaman daha fazladır.
-Doğru dedin valla.
-Futbol maçı düşün. Ben işte çıkıp sahada mücadele etme şansı varıkan gıyya geçip sadece bakana, yakınana acıman. Gaçan adam, saygıyı hak etmez. Gorkaktır o. Sahada galıp mücadele eden, mağlup olsa da hak eder saygıyı. Ama sadece izleyen gorkaktır, uyuşuktur, kifayetsizin biridir.
Göz ucuyla çalılıkların kenarından karşı yamaca ağan koyunlara baktı eski binbaşı. Arkasında dikilmiş çobana ilişti gözleri. Değneğinin sivri ucunu yere batırmış, diğer tarafını iki eli ile çenesinin altına destek yapmıştı. Boş boş etrafı seyrediyordu. İlkbahar, her yerden fışkıran çiçekler, kuş sesleri, aşağıda akan çeşmenin su şırıltısının sesi. Baktı, sarı İrecep’e baktı yetmişlik binbaşı. Amma da kıskanıyordu şu sarının gençliğini. Önünde harcanmamış tertemiz bir defteri vardı. Yaşanacak koca bir ömür. Hemen hemen herkes o defterle gelirdi dünyaya. Eşantiyon gibiydi. Bir zamanlar onun da vardı. Ne çabuk har vurup harman savuruvermişti yapraklarını. Sarı İrecep amma keyifli tüttürüyordu cıgarasını. Sırt üstü, asma yapraklarının gölgesindeki keçenin üzerine yatmıştı, sigarasından çektikçe berrak mavi gök yüzüne savuruyordu dumanını. Çakıllı taşlarla dolu bu çorak tarla ilk baharın berrak güneşinin ışıklarıyla yıkanıyordu. Gönlü bir hoş oldu binbaşının. Şu sarı çocuk farkına varmadan yarasına tuz basmıştı az önce. Ölüp gitmek tuhafına gidiyordu. İnsan ölür müydü hiç? Buraları bırakıp gitmek. İnsan her halükarda yaşamak istiyordu. Ah, yaşamak. Yaşlı da olsa, yüz, iki yüz, üç yüz, beş yüz, bin yaşına bile gelse, diğer gözü de görmese bile, bir tek nefes alsa da, insana yaşamak yaraşırdı. Aşağıda, ovada sis var. Tarlaları sabanlarla süren traktörler görünüyor. Traktörler sabanların aynasıyla toprağı kaldırdıkça, dumanlar fışkırıyor yukarıya doğru. Kış boyu karın, kışın, ayazın altında içerde kalmış toprak yüzeye çıktıkça selam veriyor sanki doğaya. Hayat sürekli deviniyordu. Binlerce, milyonlarca yıldır olduğu gibi. Milyonlarca yıl daha böyle hayat devinmeye, akmaya devam edip gidecekti.