Saat gece 03.27
Söke’ye bağlı Tuzburgazı orman köyündeyim. Zeytin ağaçlarıyla çam ağaçlarının el ele verip vadileri yamaçları yeşile boyadığı bir köyün ormanının derinliklerindeyim.
Gece yarısını çoktan geçti vakit, söylemiş miydim? Söylemişim. E dedik ya, ormandayız. Elektrik yok. Her yer zifiri karanlık. Ben bir çadırın içindeyim. Dışarıda öyle bir rüzgar var ki, anlatamam. Bildiğin fırtına. Orman uğulduyor. Uyumaya çalışıyorum ama nafile. Rüzgar tepemdeki çadırı bir sağa, bir sola, ha babam savuruyor.
Arıların bakımı için Afyondan buraya dün gece sabaha doğru geldik. Akşam yemekten sonra başka bir arıcının yanına çaya gidip misafir olduk. Onlar bizden daha modern. Barakaları, güneş panellerinden elde ettikleri akmasa da damlayan elektrikleri var. Olsun, bizimkisi daha doğal deyip avunuyoruz. Oradan döndük, ablam ve eniştem arabada uyudular. Onlarla birlikte arabada uyumayı reddederken Rusya’yı işgal edip de Çar 1. Aleksandrov’un önünde seyran eyleyen Napolyon Bonapart gibiyim, öyle mağrur.
Çadırda kaldım. Çadır dediğim kalınca bir Amerikan bezinden mamul bir araba örtüsünün orta boylu bir zeytin ağacına gemici düğümüyle tepesinden bağlanması, köşelerinin de yere taşlarla gömülmesinden ibaret. İşte bu zifiri karanlıkta, bu rüzgarda, fırtınada, boranda, bu çadırın içinde uyumaya çalışmak nafile bir çaba imiş, gecenin üç buçuğunda bir saati geçkin bir emeğin neticesinde anladım.
Sonuç; işbu notların ve sohbetimizin mimarı az önce ayrıntılarıyla ve hatta tarihi şahsiyetlere de değinerekten anlattığım atmosferdir, dinleyiniz efenim.
Zifiri karanlık. Ben bir çadırdayım. Orman, ağaçlar, çalılar, on km kadar aşağıda gündüzleri kısmen görünen karanlığa batmış deniz, her şey, her şey, istisnasız her şey uğulduyor. Bitmeyen bir rüzgar ve uğultular ülkesi. Başımın üstündeki çadır bayrak direği gibi, kendini bir oraya, bir buraya atıyor. İnsanın içi ürperiyor. Düşünüyorum, bundan yüzlerce yıl önce ilkel atalarımız böyle derme çatma yerlerde yaşamışlar yıllar boyunca. Yabani hayvanlar, kurtlar, ayılar, her şeyin saldırısına açıkmışlar. İnsan bu uçsuz bucaksız karanlığın, gürleyen ağaçların, homurdayan rüzgarın, fırtınanın tam ortasında, bir çadırın içinde bir başına uyumaya çalışınca, sanki güçlü ve öfkeli bir pençe karanlığı bir kaç saniyeliğine yırtıverecekmiş te yiril yiril kokan pis tırnakları çadırın içine uzanacak, bacağından tutup seni karanlığa çekip götürecekmiş gibi hissediyor. İnsanın içi ürperiyor. Sanki Game Of Thrones izliyormuşum da aniden duvarın öteki yakasına, kuzeylilerin tarafına geçmişim gibi. Kış Kalesinde kral Eddard’ın piçi Jon Snow “Winter is coming” diyormuş gibi bir gece. Epey kitap ta okudum. Bir yerden sonra sarmıyor. Yine uyku ülkesine uzanmayı denedim. Ama nafile. Sadece ses değil uyumama engel olan. Bir de çadır rüzgarda ileri geri sallandıkça, başıma, sağıma, soluma çarpıyor. Bu temas kötü. Temas olmasa rüzgarın uğultusuna alışıyor insan ancak, çadırın temas etmesi sanki bir yabani hayvan saldırısına uğramış hissi uyandırıyor. İrkiliyorsun, uykun dağılıyor. Korkuyorsun.
Korkuyu yönetmek diye bir şey var. Hep duymuşuzdur da, nedir acaba. Aklıma geldi birden. Korkuyu yönetmek.. Korku nasıl yönetilir ki? Enteresan. Korkuyla baş edebilme yetisinden bahsediyor herhalde. Korkuyu yok etmek iyi değildir derler. Korkunun insan için lazım olduğunu söylerler. Neden acaba? Bir Yunan bilgininden korkunun insan ırkının devamlılığında en önemli rolü oynadığını okumuştum. İnsanı yaşatan şey korkuları mı acaba? Mesela, şöyle desek; ölmekten korkmak insanı yaşatıyor, diyebilir miyiz? Denilebilir bence. Ölmekten korktuğu için beş bin sene önceki atalarımız bu zifiri karanlıkta, şimdi bulunduğum vadide, ormanın içinde, gecenin bir yarısı, benim gibi yere yüzü koyun uzanıp sere serpe yatmak yerine, bir ağacın üzerine çıkıp uyuyorlarmış, değil mi? Yabani hayvanlar ağaca tırmanamaz, çıkayım şu dala da uykuda ölmekten kurtulayım mantığıyla ağaca çıkıp uyurlarmış. Neyse ki onların torunları olan bizler, inşaattı, madendi, oteldi, avcılıktı falandı filandı diye diye doğanın kanına girmek suretiyle, ne orman , ne yaban hayvanı falan bırakmamışız da, benimkisi yersiz bir korkudan, paranoyadan ibaret.
Ne diyorduk, evet, korku yaşatmış ilkel insanı. İki bin yıl önce burada uzansaydı atalarımızdan biri bu saatte, sabaha parçalanırdı belki de. Korkmuş, ağaca çıkıp uyumuş, yaşamış. Korku yaşatır seni beni, pepsi değil. Pepsi reklamı da yaptık, bana iki buçuk litrelik pepsi borçlandılar, Efenim, buradan yola çıkarak korkuyu yönetmek işi için, korkuyu iyi yönde bir tetikleyici olarak kullanmak diyebilir miyiz, ne dersiniz? Korku insanı koruyor ya hani bir yerde. Aman hasta olurum diye giyindiriyor, soğuktan koruyor, aman aç kalırım diye fazla fazla ektiriyor biçtiriyor, açlıktan kıtlıktan koruyor, aman düşerim diye iyi ayakkabılar alet edevat yapıyorsun, aman beni öldürürler, dur ben daha iyi öldüreyim diye silah ok zırh atom bombaları nükleer silahlar yapıyorsun, savunma sanayii teknoloji gelişiyor. Vay be, farkında mısınız, korkularımız medeniyet kuruyor. Medeniyet dediğimiz şeylerin hepsi korkunun ürünü mü dersiniz? Şaşaladım. Öylesine konuşuyorken böyle havalı ve ayakları yere basan bir çıkarıma varmak beni mutlu etti. “Medeniyetin mimarı korkularımızdır.” gibi bir laf ettik ya hani, ona diyorum. Bir miktar şımarmayı hak ettik yani doğrusu. Yani şimdi bu çıkarım biraz havalı gibi duruyor da, yine de bilemedim. Altını da bir iyice doldurmak gerekir şimdi. Deneyelim bakalım. Ama bir sorunumuz var, onu halletmemiz lazım.
Medeniyete dair her şeyin korkularla ilişkisi var mıdır mesela? Az önce teknolojinin, tarımın doğrudan ilişkisi olduğunu gördük. Ölmemek için teknoloji ürettik, silahlar yaptık, ölmekten korktuk. Aç kalmamak için tarımı geliştirdik, açlıkla imtihan olmaktan korktuk. E medeniyetin büyük bölümünü tarım ve teknoloji oluşturuyor, tamam da, medeniyet dediğimiz şey bu iki olgudan ibaret değil dimi. Mesela, sanat eserlerinin korku ile alakası var mıdır? Salvador Dalinin yahut Picassoonun korktuğu için resim yapmasını açıklayabilir miyiz, bilmiyorum. Resim yapmakla ölüm korkusunun doğrudan bir illiyet bağı var mıdır acaba? Bence yoktur. Biraz hukuki bir dil konuşuyorsam idare ediniz, hem mesleğim gereği hem de bu aralar epey meşgul olduğum eski Türkçe-Osmanlıca eserler dilime de yansıyor. Geri dönelim, resim yapmayı, sanatı yani, korku ile açıklayabiliyor muyuz? Belki dolaylı oalarak ilgisi olabilir mi? Ne dersiniz. Ölmekten, yok olmaktan, unutulmaktan, sonsuza kadar toprağa karışıp herhangi bir hayvanla, bir böcekle, bir kuşla aynı kaderi paylaşmaktan korktukları için resim yapıyor olabilirler mi bu insanlar? İz bırakmak için, unutulmamak, sonsuza kadar yok olmamak, öldükten sonra azami yüz sene sonra herkes tarafından unutularak sanki hiç yaşamamış gibi olmamak için yapmış olmasınlar o resimleri? Zahiren ölümden korku değil belki ama, yok olmak, unutulmak, hiç yaşamamış gibi olmak… Onca sıkıntı, çile, görülen vefasızlıklar, uğranılan haksızlıklar, iftiralar… Hepsi birden, sapından koparım da üfleyince pufff diye tüm o beyaz tüyleri dağılıveren karahindiba çiçeği gibi ortadan yok olacak… Hani bahar geldiğinde yolların kenarında görürsünüz, beyaz beyaz tüyleri olur, karahindiba çiçeği derler. Koparır da maskaralık olsun diye yanınızdakinin yüzüne doğru üfler saçına başına tüylerini bulaştırırsınız… Bir Karahindiba çiçeği gibi sonsuza kadar kayboluvermek..
İnsan iki kez ölürmüş dostlar. Evet. Müebbet hapis almış bir kader mahkumu ile mektup arkadaşı olmak fikri düşüverdi aklıma, şu kağıda karaladığım bu notları ona bir mektupta yazmak, fikrini sormak isterdim. Hiç tanımadığım bir müebbetlik mahkuma zarflasam, yollasam, ne hisseder acaba, yazımı başarılı bulur mu, belki cevap verir mi? Ya da siktir mi çeker, bilemedim şimdi. Konu dağıldı, evet, ne demiştik, insan hayatta iki kez ölürmüş. Birincisi; insan önce biyolojik olarak ölüyor. Bu tartışmadan uzak. İkinci ölüm daha trajik. İnsan kendisini tanıyan son kişi öldüğünde bir kez daha ölüyormuş. Düşünsenize sizi tanıyan son kişi en iyi ihtimalle torununuzun torunu olabilir. Var böyleleri. E o da ölünce, siz komple sonsuza kadar ölüyorsunuz. Mesela siz 90 yaşında öldünüz. Bir çocuğun aklı en erken kaç yaşında erer? 5 yaşında diyelim. En iyi ihtimalle bu çocuk doksan sene yaşasa, 85 sene sonra sizi hatırlayacak son kişi de yok olacak. En babasından yüz sene sonra yokuz dostlarım. Yüz sene sonra çevrenizde gördüğünüz insanların hiçbiri yok. Yüz sene sonra bu sosyal medya hesapları, kullanılan telefon numaraları, hepsi hepsi bir çöplük olacak. Evet, o zaman, hiç yaşamamış gibi olacağız. Evet, bizi hatırlayan son torun da bizim yanımıza geldiğinde, temelli öleceğiz. Biz diye bir şey kalmayacak. Hiç yaşamamış gibi. O sıkıntılar, eza ve cefalar, ateşli sevişmeler, tutkuyla, özlemle sarılmalar, sevinçler, kucaklaşmalar, başarılar… Kurula kurula gezdiğin, ufacık toz gördüğünde hizmetçileri azarlayıp kırbaçladığın saraylar, şatolar bakımsızlıktan yıkılıp yok olacak. Ne tuhaf değil mi?
İşte anahtar kelime bu. Bu korkunç bir şey, çünkü gözünden sakındığın evin, villan, şaton, sarayın, atların, arazilerin, malın, mülkün, sen, yitip gidiveriyorsun, unutuluyorsun, kayboluyorsun. Karun kadar zengin de olsan, Süleyman kadar kudretli olsan, Firavun gibi Tanrılığını bile ilan etsen, bu yitip gitme, unutuluverme işine diş geçiremiyorsun. İşte diyorum ki, bunu yıkmak istemiş olabilirler mi mesela, bu sanatçılar, bu ressamlar. Unutulma korkusu ile, kendilerini hatırlatacak, gelecek nesillerin arasında da yaşamak istemiş olabilirler mi? Dostyevski halen elleri cebinde dolaşmıyor mu aramızda? Sait Faik, Çehov, Nietsche, Cicero, Platon. Hala eserleriyle aramızda, zihinlerimizde dolaşıyorlar, çay kahve içip cıgara tüttürüyorlar. Mezarlarına baksak, kemikleri de öğütülmüştür belki de. Toplasak orta boylu bir adet BİM poşetini doldurmaz kemikleri onu bunu. Ama yendiler ölümü gördüğünüz gibi, yok olmayı da yendiler. Yaşıyorlar aramızda. Elleri ceplerinde, ağızlarında bir türkü, ıslık çala çala dolanıyorlar, hal hatır soruyorlar bize. Yaşar Kemal 2015 te mi ölmüştü? Ne alakası var canım, ben daha dün onunla konuştum, epey dertliydi. Pamuk tarlasına giden Ali ile huysuz anasının çilesini anlatıverdiydi bana bir nefeste. Gogol yüz elli yıl kadar oldu öleli diyenler de var. Halbuki Burun diye kısa bir hikaye anlattıydı bana iki hafta kadar önce, adamın biri sabah uyanınca burnunu yerinde bulamamış, şaşkın şaşkın bakarken kapıdan kaçarken görmüş burnunu, takılmış peşine, Moskova sokaklarında köşe bucak burnunu kovalamış, böyle tuhaf ta bir hikayeydi efenim. Doğrusu Gogol’un kendisi de biraz tuhafçadır. Ama yine de Gogol’a öldü diyenlerin dünyadan haberi yok, adam yaşıyor. Etiyle, kemiğiyle yaşamak şart mı canım, fikirler ölmez derler. Fikirleriyle yaşıyor, söyledikleriyle, yarattığı farklarla. “Fikirlere kurşun işlemez.” der yüz sene önce biyolojik olarak ölen, ama halen aramızda dolaşan, fikirleriyle kalbimizde yaşayan, ışığıyla yolumuzu aydınlatan biri, Mustafa Kemal ATATÜRK. Selam olsun.
Bu rüzgardan uyumak mümkün değil dostlarım, saat de sabahın beşi oldu. Yazmayı bırakıp bari iki saat arabada uyuyayım diye yürüdüm arabaya doğru. Ama arabanın önüne ve arkasına boylu boyunca uzanmış bizimkiler. Kıyamadım, geri döndüm, uğuldayan, ağaçları savuran, dalları kıran rüzgara, kapkara uzanan ormana doğru baktım da dedim ki kendime, bir rüzgar sesine, bir karanlığa tahammülün yoksa, ne işin var Aydın’ın, Muğla’nın ormanlarında. Otursaydınız beyefendi hazretleri, paşalar gibi İstanbul’da. Geldim, mecbur geri, girdim karanlıkta çadıra. Sonradan bir düşünce geldi, dedim ki, korkma, keyif al dedim içimden kendime. Madem mecbursun, keyif almaya bak. Meydan okudum, karanlıkta benim uyumamı gözetleyen, gerçekteyse olmayan kurtlara, ayılara, hayali mahluklara. Neyse, boşverelim bu işleri. Bir cıgara yakmalı. Yakmalı mı, bırakmalı mı, bu epeyce karışık bir durum. Al Pacino ile Robert De Niro’nun da payı büyük bendeki bu sigara alışkanlığı işinde.