Gerçek güç nedir? Güçlü insan kimdir? Bir kral olabilir mi mesela?
Ancak, dünyada aynı anda bir çok kral olmuştur. Acaba bu kralların arasında en güçlüsü kim olmuş olabilir? Tarihi bi tarayalım. Sezar mı? Cengiz Han mı? Napolyon mu? Kanuni Sultan Süleyman mı?
Zamanın birinde Makedonya’dan bir kral çıktı. Phlip’in oğlu, İskender. Yunan şehir devletlerini ele geçirdikten sonra Anadoluya geçti. Anadoludan da Mısıra, taa ki Düya’nın büyük bölümün fethedene kadar, durmadı.
İskender çok zekiydi. Askeri bir dehaydı. Dağları, tepeleri, ormanları, ırmakları, denizleri geçti. Önünde kimse duramadı. Onunla savaşa tutuşan herkesi biçip geçti. Onun bileğini kimse bükemedi. Tarihte onun gibi bir fatih belki de yoktu.
Tümü bunları yapan İskender acaba mutlu muydu? Kendisine sorulsa ne derdi acaba, güçlü müydü? Muhammedali gibi kendisinden bahsederken; “Ben en iyisiyim, gelmiş geçmiş en iyi boksörüm. Dün gece bir kayayı sakat bıraktım, dalgaları zincirledim, rüzgarlarla dövüşüp onu yendim, ben kötüyüm, çok kötüyüm, o kadar kötüyüm ki, bir ilacı bile hasta ederim.” gibisinden şeyler söylüyor muydu?
Hangi insan böyle bir güce sahip olur da, böyle düşünmez ki?
İskender de böyle düşünüyordu. En iyisiydi. Onun önünde kimse duramazdı. Onun karşısına çıkanın başı belada demekti. O tarihin görüp görebileceği en iyi komutan, en büyük askeri dehaydı. Onun ordularını kimse yenemez, onun dehasına kimse karşı çıkamazdı. Onun tekliflerine kimse hayır, diyemezdi.
Ancak, yanıldığını anlayacaktı.
Sinop tarafında ordusu ile konaklarken, hocası Aristotales’ten edindiği bilgiye göre, bu günkü Sinop’ta, üstü başı perişan bir adamın yaşadığını öğrendi. Adı Diyojen’di. Felsefi bir yanı vardı.
Diyojen, üstü başı perişan bir halde, bir fıçının içinde yaşardı. Köpeklerle yatıp kalktığından ona “Nikip” yani köpek lakabını takmışlardı.
Diyojen öyle enteresan bir adamdı ki, trollüğün tarihteki babasıydı. Gündüz vakti elinde fenerle sokaklarda dolaşırdı; “Uyyy, uşaağum, nabaysun gündüz vakti elunde fenerle!!!” diyenlere, “Dürüst insan arıyorum.” derdi. Şive temsili tabi.
Diyojen Sokrates’in felsefesini benimseyerek hayatının ana merkezine oturtmuştu. Sokrates’in, idam edilmeden önce, jüri üyelerinin önündeki savunması neydi, hatırlayalım;
“Ben at sineğiyim. Bir at sineği ne yapar? Hareket etmeyen, yağ bağlamış, hareketsizlikten hastalanmaya yüz tutmuş atlara konarak onları rahatsız eder. Onları hareket etmeye zorlar. Ancak bu, atların yararınadır. Onların iyiliğinedir. İşte, ben de insanları rahatsız ediyorum. Ancak bu rahatsızlık onların iyiliğinedir.”
Diyojen de işte böyleydi. Sokaklarda sağa sola pisler, insanlardan zerre utanmaz, tüm oturmuş kültür veya makul düzene karşı çıkardı. Herkes tarafından dışlanır, herkes tarafından iğrenilirdi. “Sen ne biçim bir adamsın be. Rezil adam. Yaptığından utanmıyor musun?” gibisinden cümlelerden her gün yüzlercesi ile muhataptı. Kişisel olarak ben de, toplumun kabullerini reddeden ve fırsat buldukça onlara saldıran tavrımla kendimi at sineğine benzetiyorum. Ancak benim sinekliğim topluma yarardan ziyade, içimdeki bastırılmış anarşizmin ara ara dışa vurumu denilebilir.
Ancak bir özelliği vardı Diyojen’in. O kadar rahattı ki. O kadar umursamaz, vurdumduymaz, savruktu ki. İnsanların bu tepkileri onu hiç etkilemezdi. O, insanlardan, duygulardan ve maddeden tamamen bağımsızlaşmış, özgürlük kazanmıştı. Hiçbir şeye, hiç kimseye ihtiyacı yoktu. Aklıyla zoru olduğu söylenemezdi. İyi düşünebilen, iyi analiz edebilen biri olduğu söyleniyordu. Onun özelliği, cesaretiydi. İnsanlardan ayrı kalma, yalnız kalma, onlara ihtiyaç duymadan yaşayabilme cesareti. Bu cesareti bugün bile milyonlarca insanın içinden ancak bir iki kişi gösterebiliyor.
Aklınıza, Diyojen’in özellikleri göz önüne alındığında, bize tarif edilen ulvi bir varlık geldi mi? Bu tarife sanki dini inançlardaki Tanrı figürü uyuyor. Diyojen Tanrı gibi yaşıyordu. Onun da hiçbir şeye, hiç kimseye ihtiyacı yoktu. Hiç kimsenin onayına, hiç kimsenin gülümsemesine, şatafata, gösterişe, hatta ortalama bir eve, ortalamanın da aşağısı kulübeye, bir barakaya bile ihtiyacı yoktu. Bir su tası olduğunu söylüyorlar, bir de fıçısı. Diyojen, Tanrılaşmış bir adamdı.
Bir gün İskender ordusu ile konaklarken, askerlerini Diyojen’e gönderdi. “Tiz benim yanıma getirile…” demedi tabi. Çağırttı. İskender, nezih bir adamdı.
Askerler gidip Diyojen’e kralın mesajını ilettiler. Diyojen; “E tabi, olur olur görüşelim. Buyursun gelsin!!!”
Karizmaya bakar mısınız? Şu vurdumduymazlığı yakalayabilmek gerçekten Tanrı’ların işi. Askerleri dönüp durumu haber verdiler. İskender şaşırdı. Ertesi sabah güneş doğarken kalktı. Askerleri ile Diyojen’e giden kirli çamurlu yolu tuttu, su kamışları ile dolu bir bataklığı geçti. Bir fıçının önünden geçerken askerleri onu durdurdular. Fıçının içindeki saçı sakalı birbirine karışmış, sabah güneşi yüzüne, açık göğsüne, kollarına vuran, sabahın bu tatlı güneşinin altında keyifle yatan bir adamı gösterdiler;
“Efendim, aradığımız adam budur.”
İskender şaşırdı. Döndü. Yaklaştı Diyojen’e. Bu kendisini ayağına çağıran soytarı kılıklı herif kimdi, hadsizliğini, cesaretinin sebebini merak ediyordu. Sordu;
“Merhaba. Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”
“Bilmiyorum.”
“Ben Büyük İskender. Kralım. Kral İskender derler bana.”
Diyojen istifini bozmadı;
“E iyi. Ben de Diyojen. Köpek Diyojen derler bana. Köpek Diyojen.”
Diyojen şunu amaçlıyordu. “Sana kral, bana köpek derler. Sen kralsın, ben köpeğim. Sanki çok bir farkı mı var?” der gibiydi.
İskender;
“Sen benden korkmuyor musun?”
Diyojen;
“Neden korkayım? Sen kötü bir insan mısın?” diye sordu.
İskender şaşırdı. Nasıl cevap vermeliydi? Kötü birisi olduğunu söyleyemezdi. Askerleri, onu takip eden ordusu, iyi ve adil olduğuna inanmadıkları birinin arkasından tüm dünyayı fethetmek gayesiyle yürümezdi. E, hayır ben adilim, iyi bir insanım dese, iyi bir insandan neden korkulsun ki? Sorduğu soru anlamsızlaşacaktı.
İskender çaresiz kalmıştı. Ancak bir krala çaresizlik yakışmazdı. Hele ki kendisi gibi bir krala, Büyük İskender’e, bağrı yakası açık, güneşte bir fıçının içine iki seksen uzanmış evsiz barksız bir adamın karşısında çaresiz kalamazdı. Büyüklüğünü göstermeye karar verdi;
“Ey Diyojen. Dile benden ne dilersen? Benden bir şey iste, sana onu vereyim. Ben buraların, hatta Yunanya’ya kadar her yerin sahibiyim. İste benden. Ben görüp görebileceğin en büyük kralım. Benden isteyip te alamayacağın hiçbir şey yok!!!”
Diyojen baktı. Bir İskender’e baktı. Bir gökyüzüne, ilkbaharın yeni doğan sabah güneşine. Pırıl pırıl parlıyordu güneş. Güneş’i gösterdi;
“İskender. Güneş senin midir?”
“Hayır.”
“Eh, o zaman, gölge etme, başka ihsan istemem.” Dedi.
İskender, ihtiyarın güneşini gölgelemiş, kapatmıştı. Hemen yana, kenara çekildi. Fıçının içinde güneşlenen ihtiyarın güneşini açtı.
Diyojen aslında belki de şunu söylemek istiyordu; “Evet, dünyayı bile fethedebilirsin ama, fethedemeyeceğin, sahip olamayacağın şeyler elbette yine olacaktır. Güneşi fethedemeyeceksin mesela.”
Belki de şöyle demek istiyordu;
“Bir şeyin tadını çıkarabilmek için onu fethetmen, ona sahip olman şart değil. Onu işgal etmeden de mutlu olabilir, ondan faydalanabilirsin.”
Hem bu yolla, insan şunu anlamış olurdu; Gerçek güç, sahip olma kudreti değildi. Gerçek güç, sahip olmadan da istifade edebilme, tadını çıkarabilme sanatıydı.
İskender çaresiz kalmıştı. Bu adama verebileceği hiçbir şey yoktu. Bu adam zaten Tanrımsı bir şeydi. Hayvani duygulardan arınmış gibiydi. Hırs, ihtiras, sahip olma gibi hisler, ona sökmeyecekti. Diyojen bu yolları yiyecek biri değildi. Boynunu büktü İskender.
Dönerken arkadaşlarına şöyle söylendiği aktarılır; “Eğer ben İskender olmasaydım, Diyojen olurdum.”
Gerçek güç neydi? Mutluluk muydu, sahip olabilmek mi? Bunun bir tartışılması gerekir.
Eğer sahip olabilmekse, kral köpekten daha güçlü olmalı.
Eğer mutluluksa, köpek, kraldan daha güçlüydü.
Sonuç; İskender ordusunu, atını arabasını toplayıp, Sinop’u terk ederken, mezarlıkların orada, kemiklerle oynayan bir adam gördü. Diyojen’di. Güldü, biraz da dalga geçmek için, bağırdı ilerden;
“Heeey, Diyojen. O ölmüş insanların kemikleriyle napıyorsun!!!”
Diyojen, dedik ya, zaten lakabı da köpek. Ölülerin kemikleri ile oynuyordu. İskender’in sesini duyunca, döndü;
“Babanın kemiklerini arıyorum İskender. Ama kölelerin kemiklerinden ayırt edemiyorum.”
Üç sıfır olmuştu. Ancak İskender; “Allah senin belanı versin. Allah seni alsın. Tüüü seni…” demedi tabi. Annem olsa öyle derdi. Tam bir Ege şivesi ile; “Tüü hortlayıp da, zıngıldayasıca, yiyip te burnundan gelesice, basma mezara, ağzın yüzün eğrilcek..” gibi bir tepki verirdi muhtemelen. Anam, hayatımda gördüğüm en sempatik hatunlardan birisi. Özlediğimi hissettim.
Neyse ki İskender, rakibin böyle saygınına, hakaret etmeyecek kadar seçkin biriydi. Alt edemediği bu adama saygı duydu, güldü ve yoluna devam etti.
Çok güzel bir yazı olmuş emeğine sağlık. Nicelerine….