Muhammedali
“Gellaba, ay gellaba!!”
Yukarıya çıkmadım, sokak kapısının önünde durmuş, aşağıdan yukarıya, çardağa doğru bağırıyorum. Köyün sokaklarında sabahın bu erken saatlerinde sesim yankılanıyor. İkinci kattaki, çiçeklerle dolu yarı balkon, yarı çardağın gerisinde açılan ahşap bir kapının gıcırtısı aşağıdan duyuldu. Peşi sıra ayak sesleri, sonrasında da gellabamın sesini duydum;
-Ey eey, çık yokarı oğlum!
Benim çıkmaya niyetim yok ama, bu eve gelince de, yukarı çıkmadan, geri dönmüşlüğüm de yoktur. Tılsımlıdır dayımın evi. Yaşanmışlıktan olsa gerek. Mavi boyalı demir sokak kapısının kulpunu kıvırıp açtım. Merdivenlerden yukarı çıkmaya başladım. Kapının sesini duyunca ahırdaki inekler de böğürmeye başladılar. Burnuma taze hayvan tersi kokusu geliyor.
-Gellaba, ırlanıp sallanmadan hadi şu işi halledelim de gelelim, kafamız rahatlasın.
-Gidelim oğlum gidelim de, ekmek aş yedin mi sen?
Çıktık apar topar. Dört tekerlekli, yarı kamyonet, yarı traktörden bozma, adına patpat denilen motorlu alete bindiğimizde, gün yeni ışıyordu.. Bizim buralarda patpat derler , yöreye göre de değişir ismi. Eskişehir, Konya tarafına gidildiğinde adı bu defa taktak olur. Köylülerin tarlalarda, ovalarda, dağlarda, kısacası arazide kullandığı, kasasıyla hayvan tersi, meyve, sebze, tahıl, odun ocak taşıdığı epey kullanışlı olan bu motorlu aletin sayısı, bu köyde belki de iki yüze yakındır.
Urganları, halatları, bir şişe suyumuzu da aldık. Ovaya iniyoruz, balya getireceğiz. Bir gün önceden sözleştiğimizden gellabam eşyalarımızı çoktan hazır etmiş. Önce köy meydanını geçtik patır patır seslerle, altımızdaki alet te miskin, gönlsüz.. O da daha uyanamadı. Kimbilir, belki de canı iyi pişmiş, şöyle tumturaklı bir Türk kahvesi ister. Olamaz mı? Olamaz tabi. Boş laf bunlar. Demirden aletin canı kahve ister mi hiç? Köyden çıkıyoruz, beşgöz köprüye geldik. Direksiyonu sağa kıvırdım, şangır şungur köprünün üzerine çıktık, oradan da sola, ova yoluna saptık. İşte şimdi de köyün bitimindeki son evleri gerimizde bıraktık. Sağ tarafımızda koca bir dağ, Çal Dağı, sol yanımızda kurumuş bir dere yatağı. Derenin kıyıları boyunca yer yer selviler, kara kavaklar hafif hafif sallanmakta.. Ovaya doğru gittikçe burnumuza, otların, kekiklerin, gevenlerin, kokusu geliyor. Yokuşları bitirdik, düze indik. Şimdi de geçtiğimiz yerlerde sağlı sollu uzanan yeni biçilmiş buğday tarlalarının kokusu damağımızda. Yeni biçilmiş buğday tarlasının hoş bir aroması vardır. Damağına yerleşti mi insanın, çıkmaz daha, unutması kolay değildir. Hele geceleyin bu tarlalardan birinde, yere, anızların üstüne sırt üstü yatıp uzandı mıydı insan.. Bir de cıgara tellendirmeli tabi, cıgara olmadı mıydı, olmaz. Yıldızlara, dolunaya dalıp gidilir. Heyt bre, değme keyfine insanın o zaman.. Birazdan tarlanın başına varıp ta şu demir aletten indi miydi, o anızlar ayağımızın alında çıtırdamaya başlayacak. Hava yeni yeni ışıyor. Ben bu hayalleri kurarken bir yandan da yanımda eğilip bana bir şeyler söyleyen gellabamlan laflıyoruz. İyi arkadaşız gellabamlan. Gellaba, gelin ablanın zaman içinde şive ile kısaltılmışı. “Gelin” de zaten “gelen” den gelmekte. Yani geline, “dışarıdan gelen abla”, “yeni gelen abla” anlamında “gelen abla” hitabı kullanılır imiş. Tabi zamanla “gelen abla” oluveriyor “gelin abla”. Bizim köyde de “gellaba” olarak en son haliyle Türkçe’ye katılıyor. Dayım gellabam gibisini ömründe bir kere bulurmuş, o da bulmuş zaten. Ondan iyisi, şamda kayısı.
Akşam olduğunda, buğdayları patpattan indiriyorduk. Buğday dolu çuvalları sırtlanıp, evin karşısındaki, köy bakkalının da depo niyetine kullandığı bir yere yığıyoruz. Burası evvelden halı evi idi. Köydeki kadınlar burada önceden nakış nakış halılarını, kilimlerini dokurlardı. İndirdiğimiz buğday en çok yirmi çuval olacak. Bu buğdaylar tarladan kaldırıldığı gibi çuvallanıp ahıra yahut depoya konulmaz. Önce bi kurutulur, malum yeni hasat edilen buğday, bir miktar yaş olabilir.
Birkaç çuval çekmiştik ki, beş altı yaşlarındaki yeğenimi, Muhammedali’yi gördüm. On, on beş metre kadar ileride, kaldırım taşlarına doğru yanaştı, dimdirek bana bakıyor. Ama gözlerinde bir öfke, bir ağlamaklı ifade var. Gözleri üzerime çakılıp kalmış, ayırmıyor da. Buradan bakıldığında yumuk yumuk gözleri, çekik kaşları ve buğday teniyle Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında büyümekte olan bir Moğol çocuğunu andırıyor. Gellabam bir tuhaflık olduğunu anladı hemen. Gözünden kaçmaz;
-Ne oldu Muhammedali?
Ses vermiyor, çekik kaşları çatık, halen bana bakıyor. Sırtlandığım çuvalı içeriye götürüp koyduktan sonra geri geldim. Gittim, yanına, kaldırıma çöktüm;
-Ne oldu Muhammedali?
Sesi kesik kesik, boğuk geliyor. Ağlamaklı. Sinirlenince hep böyle olur. Konuştuğu anlaşılmaz. Hırlar. Hep te sinirlenir zaten. Her şeye sinirlenir, sinirlendirirler. Onu sinirlendirmeyi sevdiklerinden, sinir hastası edene kadar sinirlendirir köyün insanı. Boğuk boğuk sesi geliyor, ne söylediği anlaşılmıyor.
-Ne oldu Muhammedali, sinirlenme, sakin ol, anlat hadi, işim var?
-….
Hala sesi anlaşılmıyor ama ben anladım mevzuyu. Bir arkadaşı onu ittirmiş olacak, ismi de Rüzgar.
-Tamam şunları ben içeriye taşıyayım, sonra Rüzgar’a sormaya gidelim, sen neden böyle böyle yaptın diye, hem sana da çikolota alırız, tamam mı? Şimdi mızmızlanmayı bırak, sakin ol.
Sakinledi, taşıdık buğdayları.
Tuttum elinden, gidiyoruz. Bakkala döndük, çikolata aldık. Rüzgar’ı unuttuk bile. Köy meydanından geçtik, belediyenin altındaki kahveden bağıranlar oldu;
-Hacalıııı!!!
Muhammedali;
-Ben hacalı diyilin diyon sizeeee!!!
Yine başladı, yine aynı terane. Dedesinin lakabını söyleyip, kızdırıyorlar. Teskin ettim;
-Kızma oğlum, niye kızıyon?
-Dayım ben hacalı diyilin dedikçe, hacalı diyollar bana!!
-Ama sen Hacalı’sın. Senin deden Hacalı…
Benim bu yeğenim, pek bir sevimlidir. Dedesinin lakabı da Hacalı’dır. Anadolu’da çocuklar dedesinin lakabı ile çağrılırlar. Bizim Muhammedali’de, kendisine Hacalı diye bağıranı oldu olası sevmez. Hemen çekik kaşları alnının ortasında birikir, yüzü ekşir. Evet, kavgaya hazırdır. Bela bayrağını diker oraya, kavga tüter kalır. Ufaklığına tefekliğine bakmadan, koca koca adamların üzerine varıverir, tebelleş olur. Zaten onların da aradığı budur. Ah, kara çocuğum benim. Her Hacalı diyenle nasıl başedeceksin sen, şu yumruk kadar haline bakmadan..
…
Şimdi köy meydanının köşesindeki kahvede, çelkinin altında oturan arkadaşlarım, bizimkini yanımda gördüler, Hacalı diye bağırıp hırslandırıyorlar yine. ;
-Len olum ne açmıyyon telefonu, bu çocuk burlarda sinir krizi geçiriyordu, ağlayıp zırlayıp duruyordu. Ona diye aradıydım seni.
-Çalışıyorudum len, telefon balkondaydı.
-İyi sok bi yanına o telefonu gari..
Muhammedali, “Len olum, bana bakın, ben Hacalı diyilin, Arafat diyilin.” diye delirmeye devam ededursun. Elinden tuttum, yola düzüldük. Aşağı köye, eve gidiyoruz. Yolda konuşmaya başladık. Yan yana, sallana sallana yürüyoruz;
-Muhammedali, senin dedenin lakabı Hacalı değil mi?
Sinirli, ters cevap veriyor;
-Hacalı!!
-E senin lakabın da Hacalı. Neden sinirlenip duruyon her Hacalı diyene?
-Dayım ben Hacalı olmak istemiyom işte!!
-Ama sana biri Hacalı dedi diye sen Hacalı olmazsın ki. Sadece lakabın Hacalı. Hem Hacalı dedene soralım bakalım, onun bubasına, Hacalı dendiğinde gızar mıymış?
-Gızarımış tabiyyy.
-Nerden biliyon?
-Gızar iştee.
-O zaman bir anlaşma yapalım. Eve gidince Süleyman dedene sor, de ki; “Dede senin bubana, Hacalı dendiğinde, buban gızıyo muymuş?” diye sor. Eğer gızmıyordu derse, sen de gızmıycan, ben de sana üç tane çikolota alıcın. Kabul mü?
-Dedem nerden bilicek, o bilmez ki.
-E deden bilmezse bubasını, kim bilir?
-Ebem bilir.
-Tamam ebene sor eve varınca. Ama gızmaz derse, sen de bundan sonra gızmıycan. Benden de sana tam üç tane çikolota. Kabul mü?
Üç çikolotayı duyunca, yumuşadı. Bu onun için reddedilemeyecek bir teklifti. Çikolata olsun da, ister Hacalı, ister Foçalı olsun lakabı. Neyse, anlaşmanın ciddiyetini artırmak için büyük adamlar gibi tokalaşıp anlaştık. Yan yana, eve doğru aşağı yoldan, yürümeye devam ettik.
Bu köy, civar köylere, ilçeye, hatta Afyon’a göre birkaç bakımdan ayrılır. Bu köyün şivesi, çok güzeldir. Kibardır. Afyon’da Egeye en yakın olan şive, benim doğup büyüdüğüm bu köydedir. İlçenin, hatta Afyon merkezinin ve diğer köylerinin şivesi oldukça kaba olmasına rağmen, benim şu yolunda yeğenimle yan yana savruk, serkeşçesine yürüdüğüm bu köyün şivesi, Ege şivesi ile İstanbul Türkçesi karışımıdır. Yine bu köyde birbirinin namusuna göz diken insan da bulunmaz. Hırsızlık, namussuzluk, kavga, birbirini vurma, öldürme hadiseleri de yoktur. İnsan annesini, kardeşini geride bırakıp gurbete gider, yıllarca gelmez, ama yine da gözü arkada kalmaz.
…..
Evin bahçesine yaptığım çitin desteklerini çaktım, sıcak alnıma vurmakta. Geçtim gölgeye, buz gibi bir bardak hoşafı diktim. Hemen ardına da bir cıgara yakmadım mıydı, olmaz, günah. Bir de cıgara patlattım. Kulağıma güzel bir Ege türküsünün sesi geliyor. Pek bir severim, Selanik türküsü. Çalışmaya başlamadan önce açtığım radyo aklıma geldi. Yanık çalıyor. Yanık ama, içinde isyan da var. İsyan, insanoğluna lazım. İsyan etmedi miydi, itiraz etmedi miydi, insan hepten kaderci olur. Kaderci olmak tehlikelidir. Arabesk kültür, insanlara kaderciliği, şükretmeyi, boyun bükmeyi, itaat etmeyi öğretir. Müslüm’den Ferdi’ye, Cengiz’e, İbrahim Tatlıses’e kadar, hemen hemen hepsi, son otuz kırk senedir insanımıza ağlak ve kaderci bir yaşam biçimini dayatıyor. Galiba bizim insanımızın, uğradığı haksızlığın karşısında ses çıkarmak, yumruğunu sıkıp ayağa kalkarak adaletsizliğe karşı gelmek yerine, sürekli daha kötü şartlarda yaşayanları düşünüp şükür etmesinin sebebi de bu arabesk, dramatik ve ağlak kültür olsa gerek. Osmanlı’nın son döneminde işgalcilere direnen yürek sahibi Anadolu halkının artık bu gün olmayışını insanın bu arabesk kültüre bağlayacağı geliyor. Zira evvelden yakılan türkülere bakıldığında bile isyan var. İşte, bahçenin yoldan tarafındaki bodur, gevrek erik ağacının dalında halen tıngır mıngır çalan radyodaki şu türkünün sözlerinde bile bir isyan.. Hem de neye isyan; asla önüne geçemeyeceğini bildiği bir şeye, ölüme. Evet, ölüme. Eninde sonunda sevdiği herkesin yakasına yapışacağını, kimsenin, hatta kendisinin bile paçayı kurtaramayacağını bildiği ölüme bile bir sitem, bir yakarış, bir ayak direyiş var;
Egenin dağlarında 1900’lü yılların başında efeler, zeybekler dolanır. Onların adı asiye çıkmıştır, Osmanlı’nın son döneminde onların adı“isyancı”dır. Evet, işgalcilere de, saraya da, Padişah’a da isyan etmişlerdir. Sonra adları Kuvvayi Milliye olmuş, Sarı Paşalarının, Mustafa Kemal Atatürk’ün emrine girip, Anadolu’dan İngilizleri, İtalyanları, Yunanları, Fransızları söküp atmışlar, bu ülkeyi kurmuşlardır. İşte o asilerin, Kuvayi Milliye’nin torunları bu gün nerede ağlak, dramatik diziler, filmler, şarkılar varsa onlara rağbet ediyor. İnsan hayretler ediyor.
İyice yoruldum, bayramdan beri, bir aya yakındır, taşınma işleri ile uğraştık. Yeni yaptığımız eve taşındık. Patlamış bahçe duvarlarını ellerimizle çektiğimiz taşlarla düzelttik. Evin önündeki ağaçları budadık, çitleri yaptık, derken, her yerim artık bu tempodan kaynaklı sızlar oldu. En çok ta ellerim. Şehre gideli ellerim, parmaklarım iyice bir kibarlaşmış. Bir ayda sanayici eline döndü, parmaklarım genişledi. Bunu çıplak göz ile ayırt edebiliyorum. Amelelik, derinlerde bir yerlerde kalıyor her daim. Fırsat bulduğunda, hemen ortaya çıkıp bağırıyor; “Burdayım işte, ben burdayım, ne oldu, bi kibarlaşmıştın sanki?”
Cıgaramdan bir yudum daha aldım. Kulağım hala türkü sesinde. Kaliteli müzik böyle dinlenmeli imiş. Kulak, sesi arayacakmış. Ses kulağa gelmeyecek, kulak onu arayıp bulacakmış. Cılız olacak ses yani anlayacağın. Kaliteli bir dinleme, böyle olmalıymış. Langır lungur değil.
Çalışmaya koyuldum yine. Birazdan Muhammedali de geldi. Tam karşımda bitti. Bir şey isteyecek, belli.
-Dayım!!
-Efendim Muhammedali.
-Dayım bi şey isteyebili miyim?
-Söyle Muhammedali.
-Ben de boyamak istiyom.
-Muhammedali git başımdan.
Muhammedali ben çalışırken başıma musallat olur. Yapmaması gereken her şeyi yapar, dokunmaması gereken her şeye dokunur. Neyse, çalışmaya devam ettim. Sesi kesildi, ama durmaz, bilirim ben malımı.
-Dayım?
-Söyle Muhammedali!
-Sen böle diyon ya..
-Nasıl?
Başım hala yaptığım işte, kafamı kaldırmadım. Ama Muhammedali’nin biraz öfkeli, biraz sitemli, biraz ağlamaklı yükselen sesi ile kendime geldim;
-Dayım, sen böle diyon, sonra beni üzüyon!!!
İrkildim. Ne dediğimi de unutmuşum. Ne demiş olabilirim diye düşündüm, ancak anımsayamadım;
-Muhammedali, ne dedim len ben sana? Valla hatırlamıyom, neye üzüldün sen?
Hafif te bıyık altından, çaktırmadan gülüyorum. Komiğime gidiyor bu sevimli, sempatik, çingene, şopar, moğol kılıklı kara çocuğa;
-Dayım, hani sen diyon ya, git başımdan diye?
-Eeee?
Sonra yine gürledi;
-Sen bööle diyon işte, sonra da beni üzüyonnnn!!!
Kalbim cızladı. Ben de üzüldüm. Bu kadar hassas olma be çocuk. Dünyada neler var neler. Böyle olursan, seni daha çok üzerler. Üzerler, harcarlar, deli ederler de, bir de normal olmanı beklerler güzel çocuk. Ama beni de üzdün şimdi;
-Özür dilerim Muhammedali. Bir daha söylemem. Sana çikolota alalım, barışalım. Tamam mı? Anlaştık mı?
-Anlaştık tabiiyyy!
Ah ulan, şu çikolata da olmasa nasıl gönülleyeceğim şu çocuğu. Amerika’ya başkan olsa bir çikolataya ikna olur da, Ortadoğu’daki bütün savaşı bitirir şu çocuk.
Bir gün sordum;
-Muhammedali, büyüyünce ne olmak istiyorsun?
-Dayım büyüdüyne bakkal olucun ben. Hem de böğük, gocaman bi köy bakkalı.
-Niye len? Başka olacak bi şey bulamadın mı?
-Dayım, ben büyüdüyne bakkal olıyın, sonra Resul’ünen bakkaldaki bütün çikolataları bi yeriz bi yeriz, bitiririz. Oh be deriz sonra, çikolataya gandık deriz. Ohhh, hem de hepsini yedik deriz!
Bunu da derken çikolata yiyor. Resul de en yakın arkadaşı. Bir gün köy bakkalında çikolata aldım, verdim. Üç tane alırız biz alınca, adetimizdir. Alınca ince uzun sütlü çikolatalardan alırız, ama üç tane. O gün de üç tane aldık. Uzatıyorum ama, almadı;
-Dayım, bi tane daha alabili miyiz?
Yanında, kendisinden kısa, ama kendisi gibi esmer, ufacık, yumruk kadar arkadaşını, Resul’ü gördüm, onu gösterdi;
-Resul’e de alırsın dimi dayım?
-Alırız tabiyy. Dur bakayım bi..
Ağzını yavşalıyorum, tabiiyyy demeyi sever o. Aldım bir tane daha, paylaştılar, ikişer tane. Böyle de fedakardır benim kara çocuğum. Kendisi ne yiyorsa, arkadaşı da yemelidir. Kendisi ne kadar yiyorsa, arkadaşı da o kadar yiyebilmelidir.
Köyde hasat mevsimi geldi de geçiyor bile. Köye Adana’dan üç tane biçer döver makinası geldi. Sarı sarı, kocaman, kamyon kadar varlar. Belki ondan da büyükler. Bizim bu tarafın, bu köyün buğdayı, belki de bu bölgedeki en geç olgunlaşan buğdaydır. Zira bu köyün rakımı epey yüksektir. Buğday, arpa, fii, bunların tümüne bizim burada ekin derler. Bu döver biçerler de civar ilçelerdeki ekinin dikinin hasatını harman edene kadar, bizim buraların ekini zaten ancak olgunlaşmış olur. Sonra bizim köye gelirler. Döver biçerler son on senedir adet oldu. Ondan evvel herkes patoz ederdi. Gerçi bi on sana daha geriye sarsak orakla buğdayların biçildiği, öküzlerle düven sürülerek harman kaldırıldığı, hasat edildiği zamanlara gitmiş oluruz. Zaman değişiyor. Zaman, kendisiyle savaşılarak galip gelebileceğimiz biri değil.
Köydeki toprak yol boyunca, yan yana yürüyoruz Muhammedali ile. Benim gibi o da ellerini cebine attı. Islık çalıyorum, kesik kesik;
-Dayım, senin arabana noldu?
Düşünüyorum, benim arabama ne olmuştu? Çingene kırmızısı arabam vardı, ilk arabam. Muhammedali ile binerdik. Severdi. Son arabam da oydu gerçi. En azından şimdilik. Çingene kırmızısı, otuz beş İzmir plakalı araba. Benim çingene kılıklı, şopar, şıkıldak arabam. Şu an taşınmaya çalıştığımız evin inşaatında satıp demir çimento tuğla vs almış idik. Galiba onu soruyor olacak bizimki;
-Sattım arabayı Muhammedali. Artık yok.
Yan yana yürüyoruz. Serkeş, savruk, sallana sallana yürüyor yanımda. Aynı ben gibi. Belime bile gelmiyor. Bana dönüyor, bakıyor. Ben pek pas vermiyorum, ama o yürüdüğü yerde, kaldırıyor başını, bakıyor;
-Dayım?
-Söyle Muhammedali?
-Ben büyüyünce zengin olursam, sana bi araba alayım mı?
Bir an durdum. O an yeni bir araba alsam, bu kadar mutlu olmazdım. Arabadan çok, şöyle yüce gönüllü biri olmayı dilerdim. Bir çocuk kadar yüce gönüllü. Baktım, ciddi ciddi, saf saf bakıyor bana. Gülmeye başladım;
-Al tabi Muhammedali.
Gülüyorum, güldüğümü gördü. Hoşuma gittiğini, mutlu olduğumu anladı, o da gülmeye başladı. Enerji böyle bir şey. Yanındaki insanın enerjisi yüksekse, seninki de yükseliyor. Zaten insanın hayat enerjisi en çok vakit geçirdiği beş insanla paralellik gösterir. Bazıları vardır, toksiktir, toksik insan derler. Bu tipler insanın hayat enerjisini damarlarından çeker alır. Ama enerjisi yüksek, çözüm odaklı, neşeli bir insan her zaman artı değerdir. Neyse, bizimkisi kafasını sallaya sallaya, yürümeye devam ediyor yanımda, asfaltta. Önce beni keyiflendirdi, sonra da kendisi keyiflendi tabi. Elleri cebinde, yan yana az daha yürüdük;
-Dayım, ben büyüyünce zengin olursam, sana iki tane bilem araba alırım..
-Al len Muhammedali..
İkimiz de gülmeye başladık.
-Dayım, kepçe bilem alırım ben sana.. Bizim kepçemiz var.
Kepçe nereden esti diye soracak olursanız, babasından. Bizim enişte, kepçe operatörüdür. İşinde de epey iyidir. Kendisi zaten gördüğüm en orijinal, içten, samimi insanlardan birisidir.
Velhasıl, bir çocuk, böyle içten, candan oluyor da, ufacık yüreğine neler sağdırıyor, neler. Sonra büyüyünce ne oluyor da, bu saflık, masumluk, yitip gidiyor? Oksijen mi zehirliyor içimizdeki çocuğu, içtiğimiz su mu? Ne eksiltiyor bizi? Bir çocuk büyüyünce masumiyetini neden yitiriyor da, savaşlar çıkarıyor, birbirine bombalar atıyor, ülkeleri birbirine katıyor?
…
Yaptığım çitleri boyadım, ön tarafını bitirdim. Ablamla yapıyoruz, geriye çekilip çekilip, karşıdan bakıyorum. Bir miktar kreşe benzedi ev ama, olsun. Ege evlerine benzesin istedik, bir miktar benzedi de. Bir kamelyamız eksik. Kulağıma koyun çanlarının sesi geliyor. Yokuşun aşağı tarafından bir koyun sürüsü geliyor. Çabucak geldi yanımıza, geçiyor bizi. Taze hayvan gübresi, tezek koktu ortalık. Koyunların yürüdükçe havaya kaldırdıkları tozla birlikte ciğerlerimize doldu taze kön kokusu. Küçükbaş hayvanın gübresine, kön derler. Belki de küçükbaş hayvan tersinin kurumuş olanına kön denilir, tam bilemedim şimdi. Ama ben bu kokuyu oldum olası sevmişimdir. Enteresandır, severim ben bu kokuyu. Benim ciğerimdeki varoşluk, bu kön kokusu, Paris’e de gitsem, ya da Londra’ya, Barcelona’ya, Roma’ya belki de, nereye gidersem gideyim, fark etmez, şarapla marine edilmiş cafe de paris soslu et yemeklerini, yıllanmış milyonluk Fransız şarabı eşliğinde, en elit insanlarla oturup yiyip içsem bile, işte şu ciğerimdeki bu taze tezek kokusu sanki mekandaki masaların üzerine yayılır gibime geliyor.
Çitlerin yanındaki yokuştan beni gördü, davrandı;
-Dayım, hadi beni yukarlara at!!
Gülerek geliyor bizimkisi, seğirterek, kolları açık geliyor. O kadar yorgunum ki, günlerdir gece yarısına kadar çalışmaktan, artık irademin de direği çatladı.
-Hadi dayım, beni yukarlara at!!
Geldi, sıçradı kucağıma, hoop dedim, attım. Bir daha dedi, bir daha attım, bir daha dedi, bir daha..
-Çevir beni şimdi..
Başımın üzerinde çevirmeye başladım. Başının üzerinde dönen gökyüzünü seyrediyor, keyfi yerinde. Yoruldum;
-Muhammedali çok yoruldum, artık atamam seni yukarlara..
Baktı, tuhaf tuhaf baktı. Güleç, gülüyor ama;
-Dayım, sen niye öle dedin?
-Nasıl?
Sağ elini kaldırdı, gevrek esmer yüzü ekşidi, yumuk yumuk, çekik kaşlarını çattı;
-Len olum, sen dayısın bi kere. Dayılar yorulur muymuş hiç? Hadi, beni yukarı at!!
….
Köyde işler iyiye gidiyor. Yorulsak ta, değiyor. Önce bi sedir yaptım ahşaptan, elimden geldiğince. Pencerenin önündeki duvara, boydan boya. Nasıl oldu, hikayesini anlatayım; Bayram iznine köye gittiğimde, henüz bu yeni eve taşınmamıştık. Bayram bitiminde taşınacağız tabi, plan o yönde. Ben eski evde, yukarıda, gündüz sıcaktan bunalıp en arka odaya serinliğe uzandım. Keyif çatıyorum, neyse. İkindi vakti kalktım, dudağıma bir sigara taktım, sallana sallana, üfüre üfüre geldim, iyice eskimiş ahşap merdivenlerden iniyorum. İyice yıpranmış bu ahşap merdiven altımda iyiden iyiye gıcırdıyorlar. Merdivenin iniltisinden, sanki yarı beline gelmeden, bu altımdaki belki elli yaşındaki ağaç merdiven beni taşımaktan vazgeçecekmiş gibi. Merdivenin aşağı başında bir adam oturuyor, tanımıyorum. Elinde bir miktar para var, sayıyor. Hemen karşısında anacığım, onun yanında erkek kardeşim var. Sedir için on bin liraya anlaşmışlar. Hemen ustanın elinden kaptım parayı. Dedim iş iptal, al şu elli lirayı kardeş, mazot parası olsun. Anam diktiriyor, ben sedir olmazsa o eve inmem, ben tek başıma napayım siz şehre gidince. Ben yoldan geçenlere bakıcın, üstünde namaz gılıcın, ekmeğimi yiycin vs vs. Tamam anacığım ben sana yaparım sedir. Sen rahat ol. E, öyle mi öyle, iyi, yap bakalım dedi kadıncağız.
Akşam sağda solda, dayımın, ablamların yanında anlatıyorum, bu kadın böyle böyle yapmış, ben de iptal ettim. İyi etmişsin, aferin diyenden geçilmiyor. Bir sedire on bin lirayı herkes çok görüyor. Aferinleri topladık. Topladık topladık da, gel gelelim, ben nasıl yapacağım sedir? Hayatımda hiç sedir yapmış biri değilim. Mobilyacı da değilim. Usta da değilim. Önceden hobi olarak birkaç uğraşmışlığım var ama, basit küçük şeyler. Makinaları az çok tanıyorum. Her neyse. Topladım tüm cesaretimi, verdim makinaların siparişini. Bir baş keser, bir şarjlı matkap. Makinalar üç gün sonra geldi. Geldiği günden beri, yaklaşık iki haftadır ben bu yeni taşındığımız koyu mavi zemin üzerine beyaz süslemeli, ege sahil kasabalarının esintisini getiren iki katlı evin eksiklerini yapmaya başladım. Nasıl olduğunu anlamadım. Bende ağaç işçiliği konusunda bir yetenek var imiş. Zaten ben de bunu elime makinaları alınca keşfettim. Yaptığım sediri komşulardan akrabalarıma arkadaşlarıma kadar herkes çok beğendi. Dört beş kadar da sipariş geldi ama, benim siparişle uğraşacak ne zamanım, ne enerjim kaldı. Sedir bitti, tv ünitesi yaptım, ünite bitti bahçeye çit yaptım, çit bitti çatıya kapı yaptım, kapı bitti sehpa yaptım derken, epey geliştirdim kendimi, birkaç günde.
Elimdeki makinalar her şeye yetmiyor. Bacağım kadar kalın bir ağacı uzunlamasına dildirmek için köyün hızarına doğru yola koyuldum. Önce evin önündeki Cafar’ın Bayır’ı indim. Sağlı sollu yolun iki yanına dizilmiş ağaçlar, ağaçların ilerisinde bir tarafta tarlalar, diğer tarafında kıraç yamaçlar var. Bu köy, Karadeniz gibi sulak değil. Kel, kıraçtır toprağı. İnsanı ne ondurur, ne öldürür. Bu köyün insanı tıkırdar gider, kendi yağında kavrulur. Güneş arkamdan vuruyor, iyice eğrilmiş, batmak üzere. Yolun kenarlarındaki karaca ağaçların da boyu uzamış, gölgeleri yolun karşısındaki anızlı tarlalara düşüyor. Bir iki evi daha geçtim, bir yokuşa daha geldim. Sağda cami, camiyi de geçtim. Köyün tek hızarına geldim. Yetmişli yaşlarda bir adam. Gözlüklü, yaşına göre, çevik sayılır. Dinç görünüyor;
-Ne o len, deden gibi ustalık mı yapıyon yoğusa yokarlarda?
Benim, ismini aldığım dedem usta imiş. Hatta son birkaç gündür, ondan kalan metreyi kullandım şu yukarıda saydığım şeyleri yaparken. Yuvarlak, gümüş görünümlü, eski usul köstekli cep saatlerini andıran, kibar bir metre. Bazısı mezura da der. Pek bir hoşuma gitti. Zaten, evvelden severiz böyle antikamsı şeyleri. Bir de manevi değeri varsa, tadından yenmez. Metrenin mekanizması biraz bozulmuş, hafif bi bakım istiyor. Ama işlevinden ziyade, maneviyatına değer veriyor insan. İşte Etem Hoca’dan bana kalan şimdilik belki de tek yadigardır o. Boynu bükük bir mezura. Varsan toprağı eşsen, kemikleri de kalmamıştır belki değmencinin. Değmenci derlerdi rahmetliye, ilçedeki bir iki değirmenden birini işletirdi köyde. Velhasıl, değmencinin emaneti bende. Elinde aktarıp çevirdiği, kimbilir nerelere kapı, pencere yaparken, hangi evin çatısını çakarken malzemelerini ölçüp biçtiği, belki de yokluğun yokluk, paranın da para olduğu o dönemlerde özene bezene aldığı o, cebinden, kuşağından ayırmadığı yol arkadaşı, artık bende. Belki elli yaşında bir metre.
…..
Bizim köyün kadınları, çulu çaputu, kilimi keçesi kirlendikçe, derelerde yıkamaya giderler. Sabahtan gidilir suyun başına, kara kazana su vurulur, altına ateş yakılır, odunla, çalıyla çırpıyla kaynatılır güzelce. O kaynayana kadar soğuk su ile halılar, kilimler, yorganlar ıslatılır derede. Sonra her birinin üzerine beyaz toz deterjanı serperler, sonra da o deterjanlı haliyle katlayarak kapatırlar her bir halıyı kilimi. Sonra mı, yumuşamaya bırakırlar onu. Tabi o deterjanıyla yumuşarken, yumuşamış olan başka bir battaniye, kilim veya halıyı bu kez, açarlar. Kaynayan sıcak suyu üzerine döküp, fırçalarlar, çizmelerle çiğnerler. Tokuç dedikleri, ağaçtan bir tokmakla dövmeye, yani tokuçlamaya başlarlar. Su ile ıslanıp, deterjanla yumuşamış bu koyun yününden, tüyünden yapılma kilimin ya da yorganın kirini, o ağaç tokmakla döve döve çıkarırlar. E biz de taşınacağız diye, evin tüm halısını, kilimini, beyaz sıvalı toprak evden topladık. Evcek, ailecek, mezarlığın karşısındaki çeşmenin önüne götürüp yıktık. Evvelkiler, eskiler yani, daha içerilere, koruluklara, ağaçlıkların içine doğru, yani suyun fışkırıp kaynadığı kaynağına doğru yıkamaya giderler imiş. Hatta yeteri kadar önceye gidilirse bu köyün kadınları, çoluk çocuğunu yıkamak için de bu derelere getirirler, kazanda suyu kaynatıp sabunlayıp yıkarlarmış. Bu tabi baya eski olsa gerek. Zira ben hatırlamıyorum.
-Dayım?
İşte bizimki, yine başladı. Başımı yine kaldırmadım. Elimdeki işle uğraşıyorum. Kendimi iyiden iyiye verdim yaptığım işe. İnsan yemeden içmeden kesiliyor bazen, yaptığı işe yoğunlaşmaktan. Bir hesap kitap işi var, elimde güzel bir ağaç var, çam ağacı. Bir güzel deseni var ki, sarıdan pembeye doğru akıyor sanki reçinesinin rengi. İşte bu kısıtlı çam ağacından, malzemeden kısarak, güzel bir şey ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Pek te bol derin olmayan beynimi rakamlar meşgul ediyor. Muhammedali’ye cevap vermedim. Ama gözümün ucuyla da Muhammedali’yi kesiyorum. Elinde şarjlı matkap;
-Dayım, bi şey sorabili miyim?
-Muhammedali bi sus!!
Bir kötüyümdür ki ben. Hemen dalar atıveririm insanı. Dalamak, köpeğin bir şeye saldırıp ısırmasına denir. Durduk yerde karşısındakini tersleyen insanlara da köpekleniyor ya da dalayıp atıveriyor derler mesela. İşte ben de, böyle kafam terelelliyken, bana gelip te bir şey sordum muydu, öfff, bir ters olurum ki. Dalar atıveririm. Tam bir huysuz. Volkan Konak şarkısında geçen sözler gibi, çekilmez bir adam oldum şimdi, aksi lanet..
Ama bizimki, kesinlikle bunun altında kalacak biri değil, bana bakıyor, kaşları yine ortada birikti. Yüzünün o sevimli buğday teninde, moğallara benzeyen çekik kaşlarının kenarında, öfkesi kabarıyor, tıslamaya da başladı, nefes alış verişleri hızlandı, derken, kükredi;
-Sen böle diyon, diyon, benim galbimi gırıyon!!!
Yaptığımdan utandım. Ama karşımdaki nasıl mahzun bir yaratık.. Nasıl kaşları birleşmiş, ağlamaklı, ama öfkesi daha baskın. Yüzüm hemen yumuşadı, yanına gidecek oldum, anladı. Hemen arkasını döndü, evin arkasına doğru koşmaya başladı, ellerini de yüzüne kapadı, ağlıyor olacak. Sesi duyulmuyor ama, garezinden duyurmuyor da, ağladığını da bildirmiyor. İçim kıyıldı. Ama bu çocuk, nasıl bir çocuk aman Allah’ım. Ben bildim bileli bir hatunlan konuşurum, benim sevdalık, ki çok özel bir kadındır o. Ne eşşeklikler etmişimdir ona. Ama o bile, yaptığım bir hatada, şu çocuk kadar benim vicdanıma yüklenmemiştir, şu bacak kadar sıpa kadar bana vicdan azabı çektirmemiştir. Ne dedik ulan, ne dedik sanki? Galbini gırıyomuşum, bak işe yahu? Hem de sadece, sus bi dedim diye. Dayı olabilirsin ama, “sus bi” bile diyemiyorsun. Her neyse, peşi sıra gittim arkasından, ben gittikçe o kaçıyor. Elleri yüzünde, bahçeden, çitlerin etrafından evi tavaf ediyor, dolanıyor. Neyse, yakaladım, dizime oturttum. Yüzünü bana yine dönmüyor, gözleri yaşlı, göstermeye utanıyor;
-Söyle bakayım Muhammedali, niye üzüldün sen çocuk?
Cevap yok. Niye üzüldüğünü ben tabi ki biliyorum da, ona söyletmek istiyorum;
-Söyle Muhammedali. Söyle ki, bir daha demiyim ben sana o seni üzen şeyi.
Döndü, oldukça öfkeli;
-Sen bana böle diyon diyon, galbimi gırıyonn!!
-Ne diyom ben sana?
-Bi sus bi diyyonnn!!! Zaten başkaları da diyo. Emme sen diyince, ben daha da üzülüyomm. O zaman daha bi çok üzülüyom.
Bu beş yaşındaki çocuk, kalp kırılmasını nereden öğrendi? Sen beş yaşındasın ulan, ne kalp kırılması bu, kendine gel diyip yanaklarını mıncırasım yahut tartaklayasım geldi, diğer yandan tutup göğsüme bastırasım. Ah ah, buna falan kalbin kırılacaksa, büyüyünce seni harcayacaklar be kara çocuk demek istedim ama, diyemedim tabi.
-Tamam Muhammedali, bundan sonra sana böyle demek yok. Sana yukarıda dükkandan çikolata alalım, barışalım. Hadi sarıl bana.
Sarıldı bana, öyle de içtendir.
Yine bir gün patpatımıza bindik, Şuhut’a, sanayiye gidiyoruz. Tahta alacağız keresteciden, evir zıvır yapacağız. Adımız da ustaya çıktı ya hani, tesadüf ustalık bizimki gerçi. Daha araca binmeden, babası aradı. Muhammedali yanımda olduğundan babasının ne dediğini telefondan duyuyor ama, yanımda değilmiş gibi de ses çıkarmıyor. Babasının telefonda; “Muhammedali gitmesin.” demesinden korkuyor, onu götürme der diye, aklı çıkıyor. Bu sessizlik ondan, burada yokmuş numarası. Her neyse, babası, Muhammedali’nin de benimle ilçeye gideceğini duyunca, yavaş gidin diye tembihledi. Babası telefonu kapatır kapatmaz başladı;
-Dayım, şimdi babamı gandıralım, tamam mı? Bi hızlı gidelim, bi hızlı gidelim ki, kimse bizi geçemesin.
-Olur, hızlı gidelim.
-Öle hızlı gidelim ki, metaor gibi.
-Metaor ne Muhammedali? Motor gibi demek istedin galiba.
-Len olum, metaor, metaor. Ne motoru? Sen bilmiyon mu, metaor? Hani gökte oluyolar ya, göktaşları, yıldızlar?
-Heee, sen onları nerden öğrendin len?
-Öğrenirim tabiyyy. Bilmem mi ben hiç? Metaorlar bi hızlı gider, bi hızlı gider. Her şeyi geçer onlar!
Bindik, yanıma, şoför mahallinin yanına bir kuruldu ki, keyfi gıcır. O da bilir ki, benimleyken her şeyin en heyecanlısını yaşar. Bilir ki, dayısı da kendisi gibi, en az onun kadar şıkıldaktır. Eğlenmeyi severiz. Gaza bastıkça basıyoruz. Daha köyden çıkarken, yokuş aşağı bastık gaza. Ben gaza bastıkça, o da yanımda beni gazlıyor, sağ elini de yumruk yapmış, patpata sallayarak benle konuşuyor;
-Dayım, bu patpat va ya bu patpat, köyün en acar patpadıdır bu. Baz gaza sen. Bi hızlı gider bu, bi hızlı gider. Köyün en acar patpatıdır bu!!
Yolda rüzgar yüzümüze vurdukça, saçlarımız savruluyor. İlk önce bir alevi köyünü geçtik. Pek bir severim alevileri. Sünnilerden çok severim. Felsefelerini çok hoş bulurum. Dünya görüşleri çok iyidir. Mesleğe yeni başladığımda, ellili yaşlarda, tontiş, alevi bir müdürüm var idi. İlk müdürümdü. Komplekslerinden arınmış bir adamdı, vesselam. Bana aleviliği şöyle anlatmıştı; “Bak hırpıt, bizde her şey, rızaya dayanır. Ne demiş büyükler; Yat rıza ile, kalk rıza ile, yaradana can vereceksen, o da rıza ile.” derdi. Rıza ile, gönül ile yapılan işten kimse zarar görmez. Zaten Yunus Emre de öyle dememiş midir;
“Bir bahçeye giremezsen durup seyran eyleme. Bir gönül yapamazsan yıkıp viran eyleme.” Yunus Emre
Bir lafı daha vardı müdürümün. Ottu, haptı, cıgaraydı, memuriyete uymayan bir personel, bazen işe geç geldiğinde, ya da başına iş açtığında, onu kurtarmaya çalışırdı. “Neden müdürüm, neden uğraşıyorsun bunla, yolla gitsin.” dediğimde, “Öze bakarız biz hırpıt. Bu gün bir kötülük yapmış olabilir, bir yanlış işe bulaşmış ta olabilir insanoğlu. Amma özü iyi ise, onu kurtarmak için uğraşırsın. Bu senin üzerine borçtur. Bu çocuğun özü güzel.” derdi. Geçmiş zaman kipi ile konuşuyorum, sanki bizim müdür ölmüş gibi. Ömrü uzun olsun, yaşıyor, sağ daha. Birkaç gün önce izin dönüşü telefonda rakı teklif etmişti. Yakın dostuz. Aramızda otuz yaş, koskoca otuz sene var. Ama gönül birbirinin dilinden anladı mıydı, seneler sadece rakamdan ibaret kalıyor. Ne zaman karşılaşsak sağda solda, adliyede, koridorda, mahallede marketin önünde, hemen sarılırım göbeğine. Velhasıl, alevilerde, bizim sünnilerdeki dayatmacı anlayış yoktur. Onlar öze bakarlar, şucuymuş, bucuymuş, diye ayırmazlar insanı.
İlçedeki marangozdan almamız gereken ağaçları aldık, amma, planyadan geçirmemiz, üzerindeki tırtıkları, çıkıntıları aldırıp, zımparalatmamız lazım. Bu işe sildirmek derler halk arasında. Ağaçları sildirmek için, planyacının dükkanına çektik malzemeyi. Bize çay demledi. Muhammedali’nin gözü, karşısında oturan altmışına merdiven dayamış, fit görünümlü, hafif beli bükülmüş, planyacı Hüseyin Usta’da. Ama yüzüne bakmıyor. Eline bakıyor. Bu adamın sağ elinin baş parmağı ile işaret parmağı yok. Testereye kaptırmış belli ki. Bir marangozun parmaklarından biri eksikse, köpeğe kaptıracak hali yok. Muhammedali dimdirek bu eksik uzuvlara bakıyor;
-Senin eline ne oldu?
Ben kaçtır gelirim, gözümü bu sevimli planyacı dayının eline hiç değdirmedim. Belki de kendini eksik, yoksun hissediyor düşüncesiyle tabi.
-Elime ne mi oldu, dayıların dediğini dutmadım, sonra elim böle oldu benim yakışıklı.
Gülüyoruz, ikimiz de. Tabi Muhammedali eksik azalı bir adamı ilk kez görüyor belki de. Şaşkınlığını atabilmiş değil. Çayımızı içtik, planyanın bir yanına ben, diğer yanına usta geçti. Ben bu dükkana birkaç gün önce malzeme almaya ilk geldiğim günden beri, bu ustanın karşısına geçer, yardım ederim. Müşteri gibi değil de, çırak gibi geçerim karşısına. Sanırım az önce bahsettiğim o eksik parmakların da etkisi var bunda. İnsan kendinden bir şey vermek istiyor, destek olmak istiyor. O yüzden dükkana gelip te; “Parasıyla değil mi kardeşim, zaten parasını vermiyor muyuz, yapsın.” düşüncesiyle malzemeyi atıp gitmeyi, ya da iş bitene kadar yarım elle çalışan birinin karşısına geçip bacaklarımı çelip beklemeyi kendime yediremedim. Hep beraber çalıştık. İyi anlaştık. Bana tarif etmesine hacet yok. İyi bir ikili olduk. Muhammedali de planyadan geçireceğimiz tahtaları, tutup tutup getirdi yanımıza. İyi de çalıştı, koca koca ona onları kaldıramayacağını anlayınca, bu sefer onları yerde ittirip, sürükleyerek yanımıza getirdi. İşimizi kolaylaştırdı. Bacak kadar çocuk açısından, azımsanmayacak bir işti. Yani büyük bir yetişkin olsa dahi, ancak onun yaptığı kadarını yapardı, daha fazla bizim için yapabileceği bir şey yoktu. Bacağım kadar kalın olan ona on cm’lik ağaçları bize doğru ittirmeye başladığında kıyamadım;
-Muhammedali kaldıramazsın sen onları, yorulursun.
-Len oğlum ne yorulması? Dayım ben bi güçlüyündür, bi güçlüyündür. Köyde herkes bilir beni. Annem bile bilir. Dayım ben bi goşarım, bi goşarım. Kimse yakalayamaz beni. Resul bilem geçemez beni.
Velhasıl, Muhammedali’nin azmine hayran kaldım. İşleri hallettik, ağaçları patpata yükledik. Ödemeyi yaptık, araca bindik, usta yanımıza geldi. İlla ki benim bu çırağa şu parayı vermem lazım diye diktirdi. Çıkardı, yevmiye verdi. Harçlık niyetine, Muhammedaliye, belki birkaç çikolata ya da iyi bir dondurma parasını çıkardı, verdi. Böylelikle Muhammedali gerçek manada ilk parasını kazandı. Güzel de bir fotoğraflarını çektim.
Korkmaz da bizimkisi. Annesi babası, ablası ile birlikte geçtiğimiz senelerde, İstanbul’a beni ziyarete geldiklerinde, İstanbul kazan, biz kepçe dolaştık durduk. Kış mevsimiydi, kah omuzlarımda, kah oradan oraya zıplaya zıplaya dolaştı İstanbul’u. Benim yirmi küsürlü yaşlarda gördüğüm yerleri, o daha beş yaşına girmeden tavaf etmişti. Sirkeci metrosuna indiğimizde, tren raylarına doğru yaklaşıp aşağıdaki rayları görmek istedi. Tehlikeli bulup uzak tutmaya çalıştım ama, nafile. Ben uzak tutmaya çalıştıkça raylara doğru gidiyor. Sarı çizgiye ayağımı koyup; “Bak Muhammedali, bu sarı çizgiye dokunursan elektrik çarpar, geçme öbür tarafına, bak beni nasıl çarpıyor.” diyip ayağımı sarı çizgiye koydum. Ayağım sarı çizgiye değdiğinde de titreyerek “Dızızı, dızızı” diye sallanmaya başladım. Elektrikten korksun istedik ya artık, geçmesin öbür tarafa, raylara doğru. Beklenilen ile gerçekte olanın alakası yoktu. O da bir ayağını sarı çizgiye değirip, titreyerek sallanmaya, diliyle de “Dızızızı, dızızızı, bak dayım, dızızızı” diye ritim tutmaya başladı.
Bizim ana tarafından sülalemiz de epey geniş. Sadece ana gurban bile beş kardeş. Dayımın kızları da dört kardeş. Hepsinin çoluk çocuğu bayrama gelince, dayımların çardak dolar taşar durur çoluk çocukla. Dayıcığım da en çok bu şamatayı sever. Oturur asma yapraklarının altındaki, yolu gören köşesine, bir o ufaklığı sever, bir bunu. Bir ona takılır, bir buna. Ben bu çocukluğu dağlarda çoban, gençliği yollarda çöpçü, kimi zaman şoför olarak geçmiş bu adamın, torunlarının gürültüsünü, patırtısını dinlediği, onlarla oynaştığı, kemriştiği zamanki kadar mutlu ve mesut olduğunu hiç görmedim. Muhammedali de bunlardan birisidir. Amma, bizim Muhammedali de bir miktar geçimsiz. Çocukların arasında iki tanesinin adı Hanife. Bizimki, bu Hanife’lerden biri ile kavga etmiş. Geldi, annesine anlatıyor;
-Dombul Hanife va ya, o beni kaktı işte..
Dombul Hanife dediği de benim bir diğer yeğenim. Etine dolgun, beş yaşında yok, bir tatlı ki. Isıra ısıra seveceği geliyor insanın. Zaten biz de ısıra ısıra severiz. Muhammedali de kuzeni olan bu Hanife’yi tanımlarken “Dombul Hanife” diyor. Bu çocuklar çok vicdansız. Ben çalıştığım yerde birine “Tombul Kübra var ya, o çıkacak bu gün duruşmaya.” desem, beni savcılığa şikayet eder, bir de tazminat talep eder.
Muhammedali sık sık arıza çıkarır kuzenleri ile oyun oynarken. Kuzenlerinin ekseriyeti kız çocuğudur. Bizimki sık sık bunların saçına başına yumulur, bazen vurur, bazen iter. Ama olay nasıl cereyan eder bilmem. Biz sadece kızlardan biri hüngür hüngür ağlamaya başladığında uyanırız olaya. Ama kim haklı, kim haksız, hiç bilemeyiz.
Evin çatısı yapılırken arta kalan ağaçların arasından, iyilerini seçeyim diye çıktım. Seçip tabure, sehpa vs yapacağım. O niyetteyim. Telefon çaldı, bizim hatunla, telefonda görüntülü konuşmaya başladık. Eee, sene 2022, artık uzay çağındayız. Gerçi, uzay çağındayız ama, ekseriyetle halen telefonda görüyoruz birbirimizin yüzünü. On seneye dayandı bu birliktelik. Onu bayram yerinde, sevgi yolunda ilk kez gördüğüm günü anımsadım birden. Sevgi yolu demişken, bizim köyde, bayramlar, oldukça hareketli geçer. Köyden şehirlere göçmüş ne kadar insan varsa, çoluk çocuğuyla bayramlarda köyü bulur. Zaten ilçenin en kalabalık, en nüfuslu köyüdür ve bayramlarda nüfusu belki beş binlere kadar çıkar. Bu kalabalığın neredeyse hepsi, birbirini tanır. Hoş geldin, beş gittin, ne zaman geldin, izin ne kadar, akraba, eş dost ziyareti derken, bayramda yalnız kalma şansın yoktur. Köyün adetidir, gençler, bayramlarda, aşağı mahallede, uzunluğu üç yüz dört yüz metre kadar olan bir yolda toplanırlar, volta atarlar. Herkes giyinir, kuşanır, süslenir, püslenir, o sakakta dolaşırlar. Bazen bir erkek bir kızı görür, beğenir, kim bu güzel amanın ağalar, bana bi söyleyin falan derken, yeteri kadar ısrarcı ve ciddi ise, yolunu bulur, işi pişirir, evlenir o kızlan. İlk burada görmüştüm bizimkini. Belki on sene kadar önce, ona ilk bu yolda değmişti gözlerim. Bir çift yeşil göz, alev alev yanar vaziyette, deniz feneri gibi. Gözler yemyeşil, hani Muğla’da, Fethiye’de, Dalaman’da, bazı koylar vardır ya, suyu yemyeşil, berrakçadır. Öyle berrak yeşil, dikilmişti bana doğru. Yirmi bir, yirmi iki ancak varız. Yanakları elma gibi al al, başındaki çemberin altından bile belli, saçları kıvır kıvır, kumrala dönük. Peri kızı gibi. Velhasıl, ben bi tutulmuşum ki, o gün bu gündür, hala da tutuğum.
On dakika geçmeden, evin ikinci katından ses geldi;
-Dayım!! Dayım!!
Evet, beklenilen kişi.
-Gel Muhammedali, çatıdayım. Şu merdivenden çık, ama düşme.
Dik ağaç bir merdiveni çatıya açılan deliğe dayamışız. Oradan çıktı, yanıma geldi. Onu da aldım kadraja, bizim sevdalıkla konuşmaya başladı, karşılıklı. Hiç utanma, sıkılma da yok. Bu kız kimmiş, el miymiş, yabancı mı, yok. Merak ettim, sordum;
-Muhammedali, bu gız kim? Bu gızlan ben niye gonuşup duruyom?
-Dayım işte, bu gız, o gız diyil mi işte?
-Hangi gız Muhammedali?
-O gız işte. Hani şey olan..
Eliyle de telefonda, o gız dediği kızı işaret ediyor, ama gözleri bende. O kız da merakla gelecek yanıtı bekliyor;
-Hangi gız Muhammedali?
Bana döndü, eliyle telefondakini işaret ederek;
-Len olum, sen bu gıznan, evlencen işte!!!
Üçümüz de gülmeye başladık. Biz gülünce, o da güldü.
Anlaşmamız da benim galibiyetimlme sonuçlandı. Dedesi de, ebesi de, Hacalı dedesinin sağ iken ona Hacalı diyenlere kızmadığını söylediler. Tekrar anlaşmamızı tokalaşarak pekiştirdik. Akşam da çikolotalarını aldım. Bir gün bunu, dedesinin lakabı olan Hacalı ile çağırdım;
-Hacalı, hoş geldin.
Güldü.
-Bak Hacalı dendiğinde artık kızmıyon. Demek ki anlaşmamıza uyuyon.
-Dayım ben herkese gızmıyom ki zaten. Mesela sen dediğinde gızmıyon. Ama başkası dediğinde, gızıveriyom. Buna alışmam lazım. Bana süre vermen lazım.
Süre vermeyi de öğrenmiş. Bunları çizgi filmlerden mi öğreniyorlar, bilmiyorum. Ama kafa yapısı, yaklaşımı, içtenliği, samimiliği, buğday teni, çekik yumuk Moğol gözleri, fırlamalığı bir hoşuma gidiyor, pek bir seviyorum.
Velhasıl, yıllık iznimi köyde taşınmaydı, şuydu buydu bitirdim, döndüm İstanbul’a. Damağımda lezzetli ama bir miktar da hüzünlü bir tat kaldı. Köyden çıkmadan önce, çantamı hazırladığımda, okkalı bir kahve yaptım, bir de sigara tellendirdim. Üzerine yeşil siyah desenli, keçi kılından işlemeli kilim serilmiş, kendi eserim olan ahşap sedirin üzerine de uzandım. Muhammedali ne yapar ki diye düştü aklıma. Gitmeden görseydim, iyiydi diye geçti içimden amma, evindedir şimdi kerata. Kimbilir kime tebelleş oluyordur şimdi. Gözüme pencerenin önündeki beyaz bir zarf takıldı. Baktım, içinde düğün davetiyesi var imiş. İçinden davetiyeyi çıkarıp, yerine, cebimdeki bozuk paraları bıraktım. Zarfın üzerine, el yazısı ile, Muhammedali’ye hitaben bir not yazdım;
Yegenim Muhammedali’ye;
Sevgili Hacalı, biliyorsun seninle bir anlasma yapmıstık. Sana Hacalı ya da Arafat diyene artık kızmak yoktu. Ben de sana üç tane çikolata almıstım. Ama bana “Dayım, bana zaman tanı, alısmam lazım, sinirlenmemeye alısmam lazım.” demistin. Sana bu sürede yardımcı olsun diye, zarfın içine altı çikolata parası daha bırakıyorum. Verdigin sözü unutma. Hacalı, Arafat diyene de kızma. Ben Istanbul’a gidiyorum. 07/08/2022
Ethem Dayın
07/08/2022
İstanbul’a döndüğümde annesinden öğrenişime göre, Muhammedali, “Dayım bana mektup yazmış.” diye diye, pek bir sevinmiş. Ben de sevindim. Aklıma, geçtiğimiz senelerde, ben İstanbul’da, o Afyon’da iken, annesiyle ilçeye indiğinde bana benzeyen birini görüp te, “Dayım, dayım!” diye sözde bana bağırarak o adamın arkasından koştuğu, ancak yetişemeyip te annesine hayıflanışı aklıma geldi. Ben geldiğimde bana; “Dayım, sen beni beklemedin biliyon mu, seni gördüm işte ben, ama sen beni beklemedin! Niye beklemedin?” dediğinde, neden bahsettiğini anlayamamıştım. Annesinden işin aslının yukarıdaki gibi cereyan ettiğini öğrendiğimde, içim yine bir hoş olmuştu, pamuk gibi. Sözün özü, insan yalnız kalınca, kötü şeylerden çok, iyi şeyleri, güzel şeyleri düşünmeli. İyiyi, güzeli inşa etmezsen, neyi düşüneceksin? O yüzden, iyiyi inşa etmeli insan. İnsanların damağında güzel bir lezzet bırakmalı insan dediğin. Birilerinin, iyiye inanma sebebi olmalı. Virgina Volf’un da dediği gibi;
Ethem KAYNAK Kartal-İstanbul (15/08/2022)
Amcam tebrik ediyorum o kadar güzel yazmışsın ki yorulmadan ve sıkılmadan okudum o kadar akıcı olmuski ellerine amcamm 👏👏👏
Ağzına yüreğine kalemine sağlık canim benim cok cok guzel inşallah devami gelir….
Çok güzel bir yazı olmuş dayıcım ellerine sağlık anneannemgilin evi falan okuyunca çok mutlu oldum duygulandım hele dedem hakkında söylediklerin gerçekten de doğru galiba bize annemgil falan kızınca bir celalleniyo bir celalleniyo o zaman onun yanına torunlarından başkası yaklaşırsa yandı demektir.