Cıgarasından bir yudum daha aldı, dumanını ciğerlerinin en dibine çekti. Rüzgarda saçları savruluyordu. Paltosunun siyahının üzerine düşen kar taneleri, beyaz beyaz benekler oluşturuyordu. Köprünün korkuluklarına sol ayağını koymuş, yaslanmıştı. Şuradan atlasa? Atlasa ölür müydü? Bu bahtsızlıkla, bunu bile becerebileceğinden emin değildi. Sağ yanında, karanlıkta ışıldayan Galata Kulesi’ne baktı. Kimbilir, ne mutlu insanlar vardır şimdi orada? Belki de mutsuz insanlar vardı. Yok yok, muhakkak mutlu insanlar olmalıydı. Döndü, sol yanında ışıldayan Süleymaniye Camii’nin minarelerine baktı bu kez. Süleymaniye’nin minareleri ile Galata Kulesi, Haliç’in iki yanından sanki birbirine göz kırpıyor gibiydi.
O ise belki bir saati aşkın, şu köprünün üzerinde, korkuluklara yaslanmış, kah sigara içiyor, kah güleceği geliyor, kah sinirleniyor, sinirlendikçe bir sigara daha yakıyor, kimisini yarım atıyor, kimisinin bittiğini farketmediğinden parmaklarını yakıyordu. Altında uzanan karanlık sular, kıyıları, iskeleyi, dövüyor, vapurları savuruyordu. Denizin sol yanında gökyüzüne doğru uzanan minarelerle, sağ yanındaki Galata Kulesi’ni düşündü yine. Sanki iki iyi arkadaş gibiler. Dostlukları epey eskiye dayanıyor olmalı. Neredeyse.. Hafızasını yokladı, hesapladı, evet evet, altıyüz yıl kadar eskiye. Altıyüz… Altıyüz yıllık arkadaşlıkları vardı. Yani, epey sıkı dostlardı. Hem Galata Kulesi Süleymaniye’nin ağabeysi olmalı. Aralarında bin yılı aşkın bir yaş farkı vardı. Süleymaniye bin yıl kadar daha gençti Galata’dan. İçinden uzunca bir halat bulup, bir ucunu Süleymaniye’nin denizden taraftaki minaresinin en ucuna, diğer ucunu Galata Kulesi’nin tepesine bağlayıp koskoca denizin, Haliç’in üzerine salıncak kurmak, sonra salıncağın üzerine zıplayıp, sallanmak geçti. Peh, şu koskoca, kırkını devirmiş adam. Elalem ne derdi? “Sen eşşek kadarsın be Poyraz, beş yaşındaki çocuk musun ki sen, salıncakta sallanıyorsun?” Hem de ne salıncak canım, bir ucunda bin beş yüz yaşında bir kule, diğer yanında koca Sinan’ın yaptığı camii. Cami de az değil, altı yüz yaşında. Sen tut ikisinin arasına bir salıncak kur da, sallan. Sallandığı yerden, aşağıdakilere bağırırdı bir de; “Bu salıncak her salıncağa benzer mi be? Herkese nasip olur mu böyle anlı şanlı salıncak?” Hey yavrum hey. Martılar gibi özgür oluverirdi. Hatta martılara komşu olur, altındaki Haliç’i bir sallanmada boydan boya aşar da boğaz köprüsüne doğru gider, geri gelişte de taa Balat’a.. Evet evet, Eyüp’e, Pier Loty’e kadar giderdi. Gider gider de geri gelirdi. O zaman mutlu olurdu belki.
-Sigaran var mı?
Silkelendi, kendine geldi. Sol yanında bir sarhoş bitivermişti. Cebini yokladı, sigarasını çıkardı, bir dal verdi. Sonra da ateşini çıkardı. Sarhoşun cıgarasını yaktı.
Poyraz;
-Adın nedir?
“Ne münasebet canım, ben ayyaşım, sen de ateş verdin diye mi bu laubalilik, tey Allahım!!” diye terslese şarapçı, haklı. Hakikaten, ne münasebetti. Ama, soruvermişti. Allahtan oralı olmadı sarhoş, cevap vermedi. Cıgarasını yaktıktan sonra, bacağını sürüye sürüye, sendeleye sendeleye gitti, az ilerdeki sütunların önüne çöküverdi. Cıgarasını içiyor. Poyraz arsızlığa vurdu, yine seslendi;
-Heeeyyy, burada mısın?
Yine ses yok. Sarhoş bu defa cıgarasını da çekmiyor. Yanaştı, üzerine eğildi. Parmaklarının arasındaki sigaranın külü gittikçe uzamıştı sarhoşun. Leş gibi de alkol kokuyordu.
Geri yerine döndü. Paltosunun cebine uzandı. Tabakasını çıkardı. Bir cıgara daha yaktı. Mırıldandı;
-Zaten herkes, işi bitene kadar dost, sarhoş kardeş..
Dişlerini birbirine iyice kenetledi. Aklından geçen şeyler onu birden agrasifleştirmişti. Bağırdı;
-Herkes işi bitene kadar selam veriyor bu memlekette, anladın mı, sarhoş kardeş?
Yine ses yok. Sustu. Kendi haline güldü, sonra kendi haline acıdı. Köprüden kimseler gelip geçmiyor. Gece saat üç olacak. Belki birazdan ezan da okunur.
-Seni anlayabiliyorum, biliyor musun kardeş? Buraların insanları hep yavan olmuş. Ben de uçup gitmek istiyorum buralardan. Uzaklara bir yerlere, sonsuzluğa doğru kanat çırpmak. Sen bunu yapıyorsun bak. Sen de bilirsin ki, insan bedenen bir yerde olsa da, oraya kendini ait hissetmedi miydi, manası yok. E, sen bedenen belki burdasın ama, içtikçe, kafa olarak, istediğin yerdesin belki. E daha ne? İlla planör olmaya, helikopter olmaya ihtiyaç yokmuş değil mi? Bak, varıvermişsin, istediğin yerdesin. Güzel filmlerin sonunda, mutlu biten hikayelerin sonundaki kahramanlar gibi, gün batımına kanat çırpıyorsun belki şu an.
…
-Heeeyy, orada mısın? Beni de götür!!!
Baktı, şarapçının sigarası elinde sönmüştü. Bu durum sürekli tekrarlanıyor olacak, sigaranın söndüğü işaret parmağı iyice kararmış. Tekrar ayağa kalktı, şarapçıdan gözlerini ayırmıyordu;
-Heytt bre, delikanlıya bak. Belki de şimdi, on sekizlik bir delikanlı gibi oradan oraya sekiyordur. Halbuki az önce sağ bacağını sürüye sürüye anca varıp da çöktü şuracığa.. Delikanlı şimdi belki de Beyoğlu’nda kız tavlıyor…
Korkuluğa yaslandı. Sağa sola göz gezdirdi. Unutmuş gibi, birden döndü şarapçıya. Baktı, hala gözleri kapalı, parmaklarının arasında çoktan sönmüş cıgarasının boş filtresi, sızmış. Konuşmaya başladı yine, biraz kendisiyle, biraz şarapçıya anlatıyormuş gibi bir hali vardı..
Poyraz kırkını yeni devirmişti. Geçen seneye kadar perde imalatı yapardı. Ancak ekonomik gidişat ham madde alımına artık imkan vermeyince, dükkanını kapatıp, garanti gördüğü bir işe girdi. Belediyede temizlik işçisi olarak çalışmaya başladı. Sabahtan akşama kadar, yolları temizlerlerdi. Yakın arkadaşı Cemil ile o sokak senin bu sokak benim, süpürür de süpürürlerdi. Aynı sene evlenmişler, aynı sene çocukları olmuştu. Çocukları ilk okula bu sene başlamışlardı. Cemil oğluna söz vermişti, bu sene okul bittiğinde oğluna bisiklet alacaktı. Ancak kiraydı faturaydı derken Cemil okulun kapanması yaklaşmasına rağmen halen bisiklet parasının çeyreğini bile çıkaramamıştı. Arada bir içini çeker, bunu söylerdi.
Bir gün belediyenin temizlik departmanının başına yeni bir müdür tayin edildi. Yeni gelen bu huysuz temizlik müdürü ile işler değişti. On kişiye yakın temizlik işçisi, her gün öğleye doğru mola vermek için toplandıkları parkta yine toplanmışlardı. Cemil bacak bacak üstüne atmış, süpürgesini yanına çelmiş, elinde bir cıgara tellendirmiş içerken, yeni müdür, diğerlerine de göz dağı vermeye çalışıyor olacak, gelip ona patladı. “Kalk ulan ayı, burası yatma yeri mi?” Kem küm etmeye kalmadan, bir de okkalı tokat savurmuştu ki, yay gibi üzerine çöküverdi Poyraz. Müdürün bileğini yakaladı; “Onun adı ayı mı lan, he, onun adı ulan mı lan?” Beti benzi atıverdi yeni müdürün. “Bıraksana elimi be adam?” demişti. Amma velakin, bileği, eli, poyrazın parmaklarının arasında eriyordu sanki. Poyraz bırakmadıkça hırslandı müdür; “Bıraksana be, sana insanca söylüyorum!” diye tısladı. Ama, fayda etmedi. Poyraz; “Fark eder mi ulan, hayvanca söylesen ne olur, insanca söylesen ne olur? Farkeder mi lan he, fark eder mi söyle bana?” En sonunda bıraktı. Müdür Poyraz’ın elinden kurtulmuş, yakasını, kravatını düzeltmiş, yüzü pancar gibi kırmızı. Diğer işçilere baktığında, hepsinin gözlerindeki kararlılığı gördü. Hepsi de Poyraz’ın arkasındaydı. Hemen süklüm püklüm kayboldu oradan.
Müdür oradan ayrıldığında, başladı övgüler;
-Helal olsun gardaş, sen ne delikanlı bir adamsın!
-Sana helalı hoş olsun. Arkadaşlarını ezdirmezsin sen!!
-Analar ne yiğitler doğuruyor. Aslan parçası dediğin işte böyle olur!
-Keşke herkese Allah senin gibi bir arkadaş nasip etse!!
Herkes sırtını sıvazladı Poyraz’ın. Poyraz;
-Hanginize yapsa, aynısını yapardım arkadaşlar. Tantanaya gerek yok. Biz eşşek olursak, bize binen çok olur.
Ertesi gün sabah işe gittiğinde, tuhaf bir şeyler oldu. Her zaman işe çıktıkları Cemil, ondan kaçıyordu. Onu beklemeden çıkmıştı. Mola yerine de gelmemişti.
Sonraki günlerde de diğer arkadaşları selamı sabahı kesmişler, kendisinden köşe bucak kaçar olmuşlardı.
Mola yerine gelen kişilerin sayısı da yavaş yavaş azalmaya başladı.
Ne olduğunu, kime ne yaptığını düşünmüştü önceleri. Suçu kendisinde arar oldu. Onun sırtını sıvazlayan arkadaşlarının hiçbiri halini hatırını sormaz olmuştu.
Ama yine de gururunu kırıp, kimsenin önüne çıkmadı. “Neden benden kaçıyorsunuz, bir hata mı ettim?” diye kimseye sormadı. Onun kişiliği böyleydi. Gelen gelirdi, selam vereninki alınırdı. Oralı olmayanla oralı olunmazdı.
Bir gün mola saati geldiğinde, mola verdikleri parkta, tek başına kalakaldı. Kimse gelmedi. Daha on gün öncesine kadar, cümbür cemaat oturdukları bankta, tek başına oturup bir sigara tellendirdi Poyraz. Sigarasını bitirdiğinde aklına küçük kızı geldi. Huzursuzluğu geçti, yüzünü bir gülümseme aldı. Zehra’nın okulu için gerekli olan oyun hamurunu almak için kırtasiyeye uğradı. Gelmişken bir bardak da çay mı içse? Fena da olmazdı hani. Kırtasiyenin karşısındaki kahvehaneye elinde süpürgesiyle girdiğinde, holün köşesine dikilmiş süpürgeleri gördü. Sekiz on kadar vardı. Yavaşça holün bitimindeki cam kapının arkasına süzüldü, gözlerini kapının kenarınan kahvenin içerisine diktiğinde, arkadaşlarının hepsini bir tamam, masanın etrafında toplanmış, güler, eğlenirken gördü. Baş köşede yeni müdür, hemen yanında Cemil vardı. İçi acıdı, ağlamaklı oldu. Ama yine de merakından kulak kabarttı;
“Sizler benim personellerimsiniz. Ben sizlere karşı sorumluyum. Allah yarın benden hesap sorar, ben size hiç el kaldırabilir miyim? Ben şimdiye kadar yedi tane ilçede çalıştım kardeşlerim. Hiçbirinde bir kimse ile nizalaşmadım. Ben Allah’tan korkarım. Ben o gün katiyyen vurmayacaktım. Öyle bir şey olabilir mi ya? Ama o bana saldırdı. Sizler de şahitsiniz. Ben vatanını milletini seven, bir karıncayı incitmeyen birisiyim. Bu dünyanın bir de öbür dünyası, ahireti var. Ben Allah’tan korkarım. Hepimiz ekmeğimizin peşindeyiz. Kimse kimsenin ekmeği ile oynamak istemez. Herkesin çoluk çocuğu var. Hem biliyorsunuz, bu gün bu memlekette işsiz de çok. Ekmek aslanın ağzında. Ben sizden memnunum arkadaşlar. Siz de benden memnun musunuz?”
Masadakiler;
-Memnunuz müdürüm.
-Allah var çok adil insansınız.
-İnsaniyetiniz çok iyi müdürüm.
-Bundan önce başka müdürler de gördük amma, sizin gibisi yüz yılda bir gelir şu belediyeye belki de müdürüm…
Sessizce süpürgesini alıp sokağa süzüldü Poyraz.
Aradan bir hafta daha geçti, bir gün evin eşiğinde bir tebligat buldu. Ona görev başında kavga etmekten, düzeni bozmaktan, amire karşı gelmekten soruşturma açıldığını öğrendi. Mahkemeye gitti. Cemil; “Benim hiçbir şeyden haberim dahi yoktu. Arkamı döndüğümde, Poyraz’ın yeni müdürü darp ettiğini gördüm. Zaten bu arkadaşın taşkınlığı da ilk değildir efendim. Şiddete yatkın biri.” diye yeminli ifade verdi. Diğer arkadaşları da buna benzer ifadeler verdiler. Ağdı, döndü, kendini aklayacak birini bulamadı Poyraz. Kendisini korumak için müdürü, amiri memuru karşısına aldığı bu Cemil olacak sümsük, ona hayatının kazığını atmıştı. Aleyhine ifade veren arkadaşlarının çoğuna abilik etmişti. Hiçbiri ona yardım etmedi. Poyraz görevinden ihraç edildi. Karısı ve iki çocuğu, denizin bittiği nah şu kıyının hemen ilerisindeki bir evde, şimdi merakla kendisini bekliyordu. Ama onun evdeyken de iç çekmekten başka pek bir şey yapabildiği yoktu. Derdini de kimseye açamamıştı. Evin kirası gelmiş, o ise, yaklaşık bir buçuk aydır işsizdi. Karısı seziyordu ama, bir şey de demiyordu.
Döndü, bağırdı;
-Hak mıdır lan sarhoş? Söyle bana, bu hak mıdır?
Başını önüne eğdi, mırıldanmaya başladı;
-Ciğeri beş para etmezlerin, kahpelerin, yavşakların dünyası olmuş bu dünya. Dün arkadaşım, kardeşim diye sahiplendiğim, zalimlerin elinden kurtardığım insanlar, beni hemencecik satıverdiler. Hemen kıydılar bana. Çocukları var, ailesi var, nasıl bakacak onlara, demediler. Zalimler.
Başını iki elinin arasına alıp, alnını korkuluklara dayamıştı. Sonra başını kaldırdı, boşluğa bağırmaya başladı;
-Kötüsünüz lan siz. Kötüsünüz. Bu şehrin hepsi kötü. Ben iyiyim ulan. Kimseye yamuk yapmadım. Arkadaşıma, kardeşime birisi tokat atarken ben gözlerimi kaçırmadım. Korkak bir köpek gibi, kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırıp kaçmadım!!!
Başını yine korkuluklara dayadı. Ağlamaklı oldu;
-Ama ben bunu hak etmedim, hak etmedim.
Gözleri yaşardı.
Biri omzuna dokundu, refleksle döndü. Şarapçıydı, kendisine bakıyordu.
-Sigaran var mı?
Güldü Poyraz.
“Olmaz mı dayıcım, ben bizzat senin sigaran biterse diye buraya hazır edildim.”
Cebine davrandı Poyraz. Tabakayı çıkardı. Bir sigara sarhoşa verdi, bir tane de kendisi yaktı. Sırtı korkuluklardaydı. Sarhoş karşısında dikilmiş, dimdirek kendisine bakıyordu. Bir yandan da hava aydınlanmaya başlamıştı.
Neden sonra sarhoş;
-Kötüler diyorum kardeş, eğer kötüler koşuyorsa, sen de en az yürüyeceksin, kardeş.
Poyraz idrak edemedi. Bir şeyler geveledi;
-Af buyur!
Şarapçı beklemedi. Döndü, gözden kayboldu.
O gün oracıkta bir karar verdi Poyraz. Kötüler koşuyorsa, o da en kötü ihtimalle, yürüyecekti. Canını dişine taktı. Tazgahlarını evine kurdu. Canla başla, karısıyla birlikte perde imalatına yeniden döndü. Yerli bir firmaya perde üretmeye başladı. İşleri düzeldi. Aradan bir sene geçti.
Bir gün temizlik işçileri mola için toplandıkları bankta yine toplanmış, keyif çatıyorlar. Bankın önündeki eczaneye lüks bir araç yanaştı. İçinden takım elbisesiyle Poyraz indi. Döndü, kalabalığa baktı. Kinlendi, burun delikleri ufaldı, alnının ortası büzüşüp gerildi. Cebinden bir sigara çıkarıp yakmak, sonra içmeden yere atıp ayağıyla ezmek, sonra bir daha bir daha çıkarıp yakmak, sonra yere atıp çöpçülerin önünde yine ezmek geçti içinden. Sonra yüzü gevşedi, güldü. Derin nefes aldı. Bagaja gitti, bir bisiklet çıkardı. Çocuk bisikletiydi bu. Götürdü, Cemil’e verdi.
“Oğluna benden karne hediyesi Cemil kardeş.” dedi. Güldü, geri döndü. Poyraz’ı görünce eski mesai arkadaşlarının gözü parlamıştı. Arabaya doğru gevrek gevrek sırıtarak yürüdü Poyraz. Bindi, motoru çalıştırdı. Geri vitese taktı, arabayı yola çıkardı. Hepsi lal olmuş, kaldırımın kenarında, ellerinde çöp süpürgeleri ile, arabaya, Poyraz’a bakıyorlardı. Poyraz onların önünden geçerken kaldırıma yanaştı, camı açtı;
-“İnsan ne zaman kaybeder bilir misin Cemil kardeş?”
Cemil, cevap vermedi. Elinde bisiklet, yanında çöp süpürgesi, halen bakıyordu;
“İnsan, düşmanları gibi olduğunda kaybeder, Cemil kardeş.”
…
Yazan; Ethem KAYNAK