Dragos sahilde, kordon ile denizi ayıran, boyu dizlerime denk duvarı bir adımda aşarak, ardındaki kayaların üzerinden yaban keçisi gibi atlaya zıplaya, denize doğru indim. Günlerden Cumartesi. Sabah saat on civarı. Sahilde yürüyen tek tük insanlar var. Denizin üzerine sis çökmüş. Haziran ayındayız, bu mevsimde bu sis de neyin nesi, diye birine sormak geldi içimden. Ama bir tanıdığa rastlarım da lafa tutar diye, sormadan hemen zıpladım duvarın öbür yanına, kayalıkların üzerine. Ardımda bu tek tük insanı da bırakmanın verdiği ferahlıkla, denizin dibine doğru indim. Şapkamı çıkardım, bir kayanın üzerine koyup, sonra da üstüne oturdum. Atalar derler bizim orada, ulular da denir onlara, ne demiş onlar; “Yazın yaşa kışın taşa oturma”. Ben mi? Boşver uluları şimdi, oturdum. Sırtımı da başka bir kayaya yasladım. Bacaklarımı şöyle bir saldım, suya doğru. Beş yaşındaki çocuk gibiyim, ellerimi ağzıma götürdüm, hayret, dudaklarımın kenarında dut şiresi, çilek bulaşığı yok. Parmaklarıma, tırnaklarıma da baktım, turuncu ceviz tetiri de yok.
Ben büyüdüm galiba. Büyüdük ya, büyüdük. Büyüdük ama, bacaklarımı salınca kayanın üzerinden suya doğru, hala beş yaşındaki çocuk gibi ayak çırpacağım geliyor suyun üzerinde. Dalgalar, azıcık daha şiddetli çarpsa, ıslanacağım, bacaklarımı yalayıp geçmekteler. Tam karşımda adalar var, ancak ikisi görünüyor. Sis imparatorluğunun bayraklarını dikmiş adaların tepelerine, esir almış, vergiye bağlamış görünüyor adaları. Bu adalardan birisi Heybeli ada, diğeri de tam karşımda olan, Kınalı Ada. Büyük Ada görünmüyor. Kınalı ada, aramızdaki sis perdesinin ardından öyle gizemli yükselmekte ki…
Denizin suları dalgalanıyor, sanki burnumun hizasındalar. Kınalı Ada’nın tepeleri görünüyor ama, tabanları hiç görünmüyor, yukarılarına göre daha karanlık. Ne kadar da gizemli. İnsanın aklına biraz fantastik şeyler geliyor. “Kim bilir bu adada, keşfedilmeyi bekleyen ne hazineler, defineler vardır.” türünden şeyler. Aklıma ne geldi; Düşünürken, hayal kuruyoruz ya hani, olur olmaz hayaller. Hayalin olmazı da olur muymuş gerçi. Hayalin oluru olmazı yoktur, hayal sadece kurulur. İleriden sırtına bağladıkları konteynırlarla denizi aheste aheste yararak ilerleyen bir yük gemisi, dalgaları azdırdı, artık daha güçlü gelip kıyıya çarpıyorlar, ayağım ıslandı ıslanacak. Ben bu notları alırken, sağ ayağımın ıslandığını hissettim. Neyse, ölmeyiz ya.
Ne diyorduk, hani Kınalı Ada, sisler altında ne kadar da gizemli görünüyor. Düşündüm de; Ada sisler altında iken, insan düşünce dünyasında, en olmadık şeylerin hayalini kuruyor. İnsanın imge dünyası, sanki bilinmezliğin, muğlaklığın hakim olduğu alanlarda daha iyi işliyor. Mesela birisi yanıma gelip, yan tarafımdaki yosun tutmuş kayanın üstüne çökse; “Biliyor musun, o sis tabakasının altındaki o adada, bir kral ve mutlu bir halk yaşıyor, bahçelerinden yemyeşil palmiyeler, sallıyorum, salkım söğütler, ben cenneti nasıl tarif edeceğimi de tam bilemedim şimdi. Hay Allah, bu sene Maldivler’e de gidemedik, her sene giderdik oysa ki.. Her neyse, işte öyle her yer yemyeşil, oradaki evlerin bahçesinde şaraptan ırmaklar akar, herkes akşamları süt banyosuna girmeden uyumaz, orada şairler sokaklarda şiirler okur, çalılardan gül, ağaçlardan bülbül eksik olmaz, hem oradaki gratis şubelerinde her şey bedava dese, belki de inanırım. Dedim ya, o bilinmezlik, o gizem, bir şeye inanılmasını kolaylaştırıyor. Sanki insanın beyninde hayal kurması için boş bir alan yaratıyor da insanın düşünce dünyası o alanı kullanıyor gibi.
Şimdi, tam sırası gelmişken, her zaman için çok beğendiğim, harika bir alıntı yapalım;
“Bilmek her şeyin sonu olur. Çekici olan bilmemektir. Sis, her şeye harika bir güzellik katar.” (Oscar Wilde)
Şaka bir yana, şu karşıki adada Monte Kristo Kontu yaşasaydı ne iyi olurdu, Fransa’dan o lüks teknesiyle Adriyatiği aşarak gelseydi. Nişanlısını kurtarabildi mi acaba? Hala afyan sakızı çiğneyip kafayı buluyor mu? Ali diye İspanyol asıllı bir kölesi vardı, esmer, o ne yaptı? Kont’umuz Dantes’in mağaradaki hazinesini bitirdi mi, hazıra dağ dayanmaz sonuçta. Bunları sorsaydık, ne iyiydi.
Bazen böyle zamanlarda, yalnız olmanın avantajlı yanlarını düşünüyorum. Sahile yarım saat uzaklıkta bir mesafede oturuyorum. Adliye ile sahil arasındaki bir yerde. Adliyedeki bir mahkeme kaleminde çalışıyorum, söylemiş miydim? Her odadan koridorlara önce burunların, sonra mutsuz suratların, kraldan çok kralcı, vasıfsız tiplerin fırlayıp durduğu, somurtarak, domuşarak, koridorlarda kurula kurula yürüdüğü bir yer. Neyseki ben öyle değilim, pek bi sırıtırım. İyi insanları, iyi personelleri ayırıyorum bu arada. Neyse konuyu dağıtmayalım. Ben şu sahil boyuna, bin defa inmişimdir, ama yüzünde ancak arkadaşlarımlaydım, belki daha az. Yalnızlığın avantajlarını, şimdi olduğu gibi, oturup düşünüp, anlamlı bir şeyler üretip te haz aldığım zamanlar, daha çok sorguluyorum. Gerçekten de, buraya yanımda birileri ile indiğimde, az önceki bahsettiğimiz, sisin ve bilinmezliğin insan zihnindeki tesirlerine dair şeyleri iç dünyamda yorumlayıp, düşünebilir miydim? Cevap net, hayır. Düşünemezdim, üretemezdi. Şu an sırtımı yasladığım şu kayalıkta, yazdığım şu yazıyı yazıyor olamazdım. Yazı denilen şey bazen akıyor, bazen de akmıyor. Öyle derler yani. Bana göre yine akar da, bazen arı duru akıyorken, bazen keyifsiz, ekşimiş, bulanmış gibi akar. E, akarken doldurmak lazım. O yüzden yalnız olmanın avantajları, bende dezavantajlarını bastırmış durumda. Yürürken yalnız olduğunda çok güzel odaklanarak bir şeyleri düşünebilir, koşarken, sahilde otururken, yanına bir cıgara tellendirip bir kahve içerken, eğer yalnızsa, mükemmel şeyler ürütebilir insan. Ülkenin son entelektüellerinden, tonton ihtiyar, sevimli dedemiz, neredeyse her kesimin bilgeliği hakkında üzerinde mutabık kaldığı hocamız, İlber Ortaylı da şöyle der;
“Türk yalnız kalamaz, milletimizde böyle bir huy yoktur. Beraber ders çalışır, beraber yazı yazar, beraber gezmeye gider, beraber aylaklık eder. Türkler sinemaya bile tek gitmez; yalnız kalmayı bilmez, sevmez. Yalnız olmamanın getirdiği garantiye, yani tehlikeden uzak yaşamanın konforuna güvenir. Ama işte bu garanti de yaratıcılığı sakatlar, iş çıkarma kabiliyetini azaltır.
Yalnız kalamayan insanın düşünce ve gözleme kabiliyeti yarım oluyor. Bu yüzden ben insanlara yalnız kalmayı öğrenmelerini öneriyorum. Yalnız kalmayı bilmek iyidir, önemlidir; Türkiye gibi bir yerde avantajdır. Zira evlilik müessesesi bile bizde yalnız kalmamak üzerine kurulmuştur. Halkımız evliliğin gerçek mahiyetini anlamaz. Evlenince, kumrular gibi dip dibe oturmaları gerektiğini zanneder. Öyle şey olur mu? Biraz da birbirinden ayrı duracaksın. Nefes alacak, aldıracaksın. Evlilik sürekli dip dibe duracak, yan yana yürüyecek bir şey değildir. Çok açık ki bunun da artık anlaşılması lazım. Tabii herkesin kendisini, yaşamının onda sekizinde aynı yerde bulması da evlilikle bağdaşmaz.”
İlber Ortaylı, toplumumuzun kanayan yarasına parmak basıyor. Bizim yaşam biçimimiz, kültürümüz, birlikte yaşamaya odaklanmış durumda. Anadolu’da, köylerde, kışın tek bir odada yaşanılır mesela. Sobanın yandığı oda. O odada da televizyonda şimdilerde koca koca adamların kim kaydıraktan daha hızlı kayacak acaba yarışmaları yapılıyor. (bkz:Survivor) Bir çocuk veya yetişkin, her yerden ayrı sesin geldiği, annenin ayrı babanın ayrı kardeşinin ayrı ses çıkardığı bir odada nasıl kitap okur, düşünür, üretir? Nasıl hayal kurar? Yani biz hep böyle dip dibe yaşayarak İlber Hocanın da dediği, ilim bilim sanat üretemiyoruz kanımca.
Evliliği kumru kuşu gibi dip dibe yaşamak, bu söze şapka çıkartıyorum. Bu bir de büyük bir erdemmiş gibi övülüyor bu yaklaşım Syn. Ortaylı. “Kocam beni hiç yalnız bırakmaz.” deyip gözleri ışıldayan kadınlarla, “Karım benim hep yanımda oldu.” diyen sevgi pıtırcığı erkekler yarışıyor. Yalnız bırakıp birbirimize alan tanımamız gerekirken, beş yaşındaki ana okulu çocuğu gibi; “Biraz da benimle ilgilen.” diye dudak büzüp, okuduğu kitabı, izlediği filmi birbirine sindirmeyen bireylere rastladıkça, eşinden izin alamadığı için, söz gelimi şöyle sokakları kendince, tek başına sakin kafayla dolaşamayan arkadaşlarımı gördükçe uzun zaman önce, İlber Ortaylı’nın (Bir Ömür Nasıl Yaşanır?) isimli kitabında okuduğum yukarıdaki tespitinde ne kadar isabetli olduğunu düşünmeden edemiyorum.
Neyse, aşağıdan, şapkadan soğuk almaya başladım, taşlar da soğuk. Yazımızı burada bitirelim.
Şimdi yalnızlığı bu denli övdük belki ama, yine de insanın başedebileceği bir şey değil. Yalnızlıkla savaşamazsınız. Gülüşünü sevdiğiniz birini sevin gitsin 🙂 Zira insan, bazı şeylerin tadını tek başına çıkarmaktan da sıkılıyor.
Dostlar ben Ethem. Vakit ayırdığınız için teşekkürler. Film, kitap analizleri, resim, tiyatro ve sanat paylaşımları yaptığımız instagram hesabımız olan @sanatekspres ‘i takip etmeyi unutmayın. Her şey gönlünüzce olsun. İyilere, güzel kalplilere, tebessümleriyle insanların içini ısıtan tevazu sahiplerine selamlar.
Esen kalın.
Bol ilhamlarin olsun üstad👍🏻sapkayi unutma kayalıklarda araya çok laf girmiş kaynamasin🙃..selamlar bizden🙋